“Zamanların en iyisiydi… En kötüsü de… Akıl çağıydı, budalalık çağı da inanç çağıydı aynı zamanda ama inkâr çağıydı da. Bir taraftan aydınlık bir taraftan karanlık….”
Dickens’in, Fransız Devrimi’nin terör döneminde, Paris’in öfkeli, kana bulanmış sokaklarında, giyotinin gölgesinde yaşamak zorunda kalan bir grup insanın hayatını anlattığı İki Şehrin Hikayesi’nin giriş kısmı bu şekilde başlıyor. Hem aydınlık hem karanlık, hem kötü hem de iyi nasıl olunabilir. (İnsanlık tarihi aslında…. Hep bu zıtlıklarla dolu.)
Yazarın “yazdığım en iyi hikâye” diye tanımladığı yapıt, Paris ve Londra arasında gelişen olay kurgusuyla, tarihin en hareketli anlarından birinin, Fransız Devrimi’nin ekseni etrafında biçimlenmiştir.
On sekiz yıl yattığı Bastille Hapishanesi’nden çıkan Doktor Manette’le, İngiltere’ye gönderdiği kızının Londra’da sürdürdükleri yaşamları, yollarının tekrar Paris’e düşmesiyle iradeleri dışında bir seyir kazanır. Sürükleyici gerilimi, güçlü lirizmiyle devrimi, toplumsal mücadeleyi, zalimliği, yoksulluğu ve aşkı çağının nabzını da tutarak olanca ihtişamıyla anlatan roman, bu nitelikleriyle hem klasik edebiyatın zirvelerinden hem de tarihin en güçlü hikâyelerinden biridir.
Roman kahramanı Darnay‘ın Fransa’ya geri döndüğünde özgürlük ve tutsaklık arasındaki otoritenin tek bir sözüyle gidip gelişleri adalet sistemini bize sorgulatmaktadır.
Fransız Devrimi Dünya tarihinin de önemli bir dönüm noktasıdır. Eşitlik kardeşlik ve hürriyet gibi kavramlarla tanışmıştır dünya bu ihtilalden sonra. Fakat romanda bu kavramlara ölüm de eklenmiştir. Yeni kurulan cumhuriyetçi Fransa devraldığı asillerden ölümü de almıştır eline. Roman, Fransa da geçen bölümlerinde giyotinle yapılan idamlarla, haklı ya da haksız yüzlerce insanın kanlarını okuyucunun iliklerine kadar hissetmesine neden olmaktadır. Devrim kendi katillerini de yaratmıştır. Tüm hikâye boyunca bütün devrimler kanlı olmak zorunda mı sorusunu okuyucunun zihnine işlemektedir. Zulümden kurtulan insanların birden canavara dönüşmesi, örgü ören kadınların tüm idamları duygusuzca seyretmeleri, adaletin terazisi yön değiştirdiğinde bile adil olmadığını bize göstermektedir.
Ama insanlık aradan yüzyıllar geçmesine rağmen ders almamış, şikâyet ettiği adaletsizliğin kantarını eline aldığında, aynı adaletsizliği kendisi yapmaya devam etmiştir. Romanın sonunda sevdiği kadının kocasının yerine idama giden Sydney Carton’nun elini tuttuğu masum köylü kızın, kuzeninden bahsederken söylediği;
“Eğer Cumhuriyet fakirleri gerçekten düşünürse ve açları doyurursa ve akla gelen tüm acıları azaltırsa uzun yaşayabilir hatta yaşlanabilir.”
“Ne var bunda kardeşim?”
“Acaba…. Gideceğim o güzel cennette sevgi ve güven bulacağım yerde onu çok bekleyecek miyim?”
Şeklindeki diyalogları okuyucuyu, acaba insanlık yarattığı devrimle amacına ulaştı mı? Yoksa yeni canavarlar mı yarattı sorusunu sordurmuyor mu? İnsan doğada yaşayan canlılar arasında ne istediğini bilemeyen tek canlı bana göre. Doğa ile iletişiminin arasına başka şeyler koyduğunda bozulmuş insanlığı. Tüm insani duygularını gücü ele geçirince kaybediyor ve yaşamın döngüsünü bozuyor.
Hermann Hesse Ağaçlar kitabında;
“Bir ağaç kapladığı alandan fazlasına ve yaşadığı zamanın ötesine hitap eder. Ölürken bile çoğalmaya kendinden sonrakine faydalı olmaya kuruludur.” der. İnsan, doğa ile arasındaki o bağı tekrar kurmazsa hep bu kısır döngüyü yaşayıp duracak. Her şartta adil ve adaletli olmayı başardığında, gerçekten insan olabilecek.
İşte o zamanda, zamanların en iyisini yaşayabilecek.
edebiyathaber.net (16 Nisan 2020)