Hiç kimsenin karakteri, kişiliği bir paket halinde üzerine giydirilmiyor. Uzun bir geçmişi biriktire biriktire kendimize doğru yol alıyoruz. O geçmişte var olmayan ya da var olamayan bir şeyi hap gibi yutup hücrelerimize yayamıyoruz. Ve hep unutuyoruz; her birimizin farklı geçmişlerden, farklı yaşam ve deneyimlerden geldiğimizi, farklı acıların yükü altında ezilip, farklı sevinçlerin hazzı ile özgürleşebildiğimizi. Bu yüzden zaman zaman anlayamıyoruz birbirimizi. Sadece anlayamadan kalsak iyi. Reddediyoruz, ötekileştiriyoruz, uzaklaştırıyoruz, sırtımızı dönüyoruz. Yeri geliyor şiddet bile kullanıyoruz savunduğumuz değerler için. Farklılıklarımızla zenginleşebileceğimizi, özgürleşebileceğimizi çok sık unutuyoruz. Unutturuluyoruz…
Bence edebiyat ve sanat, işte bunun için var. Bizden farklı yaşamları anlayabilmemiz, uzak olduklarımıza yakınlaşabilmemiz, aslında temelde “insan” olarak en saf en yalın duygularımızın aynı kaynaktan kopup geldiğini, aynılıklarımızın ne çok olduğunu görebilmemiz için.
Arjantinli yazar Manuel Puig’in 1976’da yayımlanan Örümcek Kadının Öpücüğü isimli romanı, farklılıklarımızın ne tür önyargılara neden olduğu ve bu önyargıların da yaşamlarımızı nasıl daralttığı, zorlaştırdığına dair bir eser. Hapishanede aynı hücreye kapatılmış genç bir devrimci ile orta yaşlı bir eşcinsel arasında geçen diyaloglardan oluşan roman yayınlandığı dönemde Arjantin’de yasaklanmış.
Daha sonra tüm dünyada üne kavuşan roman filme de alınmış. Bu hiç şaşırtıcı değil çünkü roman son derece sinematografik özelliklere sahip. Okurken tüm mekânı, karakterleri, olayları gözünüzde canlandırabiliyorsunuz. Manuel Puig’in sinema eğitiminden gelmiş olması ve film senaryoları yazarı olmasının etkisini romanda yoğun biçimde hissediyoruz. Romanın iki ana kahramanı arasında geçen diyalogların büyük bölümünü de eşcinsel olan Molina’nın devrimci Valentin’e anlattığı filmler oluşturuyor.
Kendi ve arkadaşları çok korkunç işkencelere maruz kalan Valentin, görünüşte sağlam ve güçlü bir karakteri olan, halkın özgürlüğü ve eşitliği için yaşamını feda etmeye hazır ve bundan gurur duyan bir devrimcidir. Gel gör ki özgürlüğü ve eşitliği için canını feda edeceği halkın bir parçası olan Molina’yı küçümser, uzak durur, varlığını görmezden gelir. Siyaset ve ideoloji ile uzaktan yakından ilgisi olmayan Molina ise, ömrü boyunca itilip kakılmaya, dışlanmaya, aşağılanmaya alışık hali ile, minicik bir hücrede iletişim kurabileceği biricik insan olan Valentin’e tüm iyi niyeti ile destek olmaya, acılarını hafifletmeye, Valentin’in ona gösteremediği hümanizmi tüm doğallığı ve içtenliği ile Valentin’e göstermeye çalışır. Minicik bir hücrenin içinde, hapishane yönetiminin korkunç baskısı altında birbirlerinden başka destek alabilecekleri kimse yoktur, birbirlerinden başka yüreklerini açacak kimse de yoktur. Zaman içinde ikisi de kendi iç dünyalarında büyük bir aydınlanma yaşarlar, çünkü farkında olmadan ikisi de birbirinden çok şey öğrenir. Gerçek yaşamda asla yaşamayacakları deneyimler yaşarlar.
Yaşamda durduğumuz yer, tercihlerimizle şekillenen hayatımız, inançlarımız, düşüncelerimiz, doğrularımız, büyük ideallerimiz, bazen en yakınımızdaki kişi ve olaylara kör kalmamıza neden oluyor. İnandığımız ve savunduğumuz düşüncelere ters davranışlar göstermemize neden oluyor. Çevrenize bir bakın, en demokratımız yanında çalışan işçiye vereceği bir kuruşun hesabını yapıyor, en eşitlikçimiz yeri geldi mi kadınlar bir adım geride kalsın istiyor, en hümanistimiz yanı başında yaşanan katliamlara kayıtsız kalabiliyor. Valentin bir devrimci olarak en önemli dersi ilk başta küçümsediği Molina’dan alıyor… Herkesin karşına Molina gibi bir şans çıkmayabilir, ama neyse ki edebiyat var…
Kitapta, romanlarda pek rastlanmayacak uzunlukta birçok dipnot yer alıyor. Manuel Puig, kitabın çeşitli bölümlerinde Freud başta olmak üzere birçok bilim insanının eşcinsellik konusundaki çalışmalarına ve bu çalışmaların sonuçlarına yer vermiş. Romanın kendisi zaten okuru eşcinsellik konusunda (eğer varsa) önyargılarını bırakmaya davet ediyor. Diğer yandan bu dipnotlar o kadar yoğun bilgi içeriyor ki, kitabı bitirdiğinizde eşcinsellik konusunda, eğer hala varsa, tüm önyargılarınızı bırakmak durumunda kalabilirsiniz. Kendi adıma bu dipnotlardan çok şey öğrendim. Kırk yıl önce yazılmış bir kitapta yer alan dipnot içeriklerini, özel bir ilginiz yoksa herhangi bir medyada karşınıza çıkıp da okuma şansınız yok. Çünkü kitabı bitirdiğinizde fark ettiğiniz bir gerçek de şu oluyor; eril bir dünyada yaşıyoruz ve her şey bu erilliğin kurallarına göre işliyor. Eril dünyanın öğrenmemizi istediklerini öğreniyor, öğrenmemizi istemediklerini öğrenmiyoruz. Dolayısıyla son derece homofobik bir dünyada yaşıyoruz. Kitabın yazılışından sonra kırk yıl geçse de bu böyle maalesef…
Ancak bu önyargı meselesi öyle bir şey ki; tüm olumsuz kavramlarda olduğu gibi kimse üstüne alınmıyor. Kısacık bir cümleden, minicik bir olaydan bile karşımızdakini yaftalayıp belirli sıfatların içine hapsetmek konusunda kimse kimseden geride kalmıyor. Unutmayalım ki, bizim düşüncemize zıt bir düşünceyi saldırı ya da baskı ile yok etmeye kalktığımız her eylemin altında önyargılarımız yatıyor. Herkes için güzel bir dünya düşüne ulaşmanın tek yolu var: anlamak ve anlatmak. Elbette bu da bir sanat. Anlama ve anlatma sanatı. Bu konuda da en büyük öğreticilerden birinin edebiyat olduğunu düşünüyorum.
Örümcek Kadının Öpücüğü, eril dünyaya itiraz eden bir roman. Manuel Puig, hem örümcek hem kadın hem de öperse neler olabileceğini söylüyor. Bakıyorsunuz hiçbir şey olmuyor. Önyargılarımızın anlamsızlığı ile yüzleşiyoruz sadece.
Bu yazıyı hazırladığım günlerde korkunç bir katliama daha tanık olduk: Orlando. Çaresizce bir katliamı daha izledik. Eril dünyanın ve homofobinin geldiği son nokta. Molina’yı, bizden farklı düşünen, yaşayan, inanan, konuşan insanları anlamadığımız ya da anlamak istemediğimiz sürece kınadığımız her katliamın kaçınılmaz parçasıyız.
Orlando katliamında hayatını kaybedenlere saygı ile…
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (17 Haziran 2016)