“Her akşam yaptığım gibi bastonumu masanın üstüne koymuştum. Fazla zorlanmadan yürüyebilmem için özel olarak boyuma uygun yapılmış bir bastondu. Tam kalkarken müşterilerden biri bana seslendi: “Mösyö, kurşun kaleminizi unutmayın.” Çok insafsızcaydı ama son derece komikti.”
Güney Fransa’nın şirin kentlerinden Albi’de, 24 Kasım 1864 günü bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Kont Alphonse de Toulouse-Lautrec-Monfa ve karısı Adele Tapie de Celeyran’ın oğlu Henri Marie Raymond de Toulouse-Lautrec-Monfa adını alacak ama ilerde kısaca Henri de Toulouse-Lautrec olarak anılacaktır.
Kökü yüzyıllara dayanan soylu bir aileden gelen Kont Alphonse değişik bir kişiliğe sahiptir. Vaktinin çoğunu evden uzak, avlanarak geçirir. Üç yıl sonra genç çiftin ikinci bir erkek çocukları doğar ancak ömrü çok kısa olur. Bu acı kayıp evliliklerini de bitirir. Dört yaşındaki Henri’ye uzun süre bir dadı bakar. Sekiz yaşına geldiğinde, Henri Paris’e, annesinin yanına taşınır.
Çocukluğundan itibaren resim yapmaya ilgi duyan Henri’nin yaşı ilerledikçe sağlık sorunları da ortaya çıkmaya başlar. Anne ve babasının birinci dereceden kuzen olmasının neden olduğu genetik kemik sorunları artık birer birer kendini göstermektedir. On üç yaşına geldiğinde sağ, üzerinden bir yıl geçmeden de sol kalça kemiği kırılan Henri’yi zor yıllar beklemektedir.
“Arzulanma arzusu ölebileceğinizi hissettirecek kadar yakıyorsa canınızı, aşıksınız demektir.”
Kaplıca tedavileri derde deva olmaz ve yanlış kaynayan kemikleriyle bacakları güdük kalır, gelişmez. Bedeni ise yaşına uygun şekilde güçlenmeye devam eder. Yetişkin bir insan olduğunda Henri bir çocuğun bacaklarına, belden yukarısında ise normal bir erkeğin vücuduna sahiptir. Bir metre elli santim boyuyla yürümekte zorluk çekmekte, korseler ve özel bastonlara gereksinim duymaktadır.
Nice’de geçirdiği gençlik yıllarında eğitim hayatına uyum sağlayamayınca Henri’nin resme olan ilgisi ön plana çıkar. Ailesinin girişimiyle yeniden Paris’e döner ve ünlü portre ressamlarından Leon Bonnat’ın stüdyosunda çalışmaya başlar.
Fransa’nın son imparatoru, Napoleon Bonaparte’nin yeğeni III. Napoleon devrinde Paris en ışıltılı dönemine kavuşmuştur. Artık sanatçılar, yazarlar, filozoflar gündüzleri bulvar kahvelerini, geceleri sokak barlarını mekân tutmuşlardır. Bu pırıltılı ortam, Montmartre sokağında yeşeren gece hayatı genç Henri’yi mıknatıs gibi çeker.
“Dansçı kızların resimlerini yapıyorum çünkü onlar Paris’in saf ve doğal ruhudur.”
Çelimsiz vücudunun yarattığı sıkıntıyı, geceleri içerek ve sokak kadınların şefkatiyle beslenerek dengeleyebilen genç Henri o devrin ruhuna, coşkusuna, duygusuna posterlerinde, tuvallerinde can vermiş, Paris’in o bohem yaşam tarzıyla kısa sürede yekvücut olmuştur. Resimlerini sergilemeye başladığında aile soyadından türettiği “Treclau” takma adını kullanmaya başlayan Toulouse-Lautrec, üstün tekniği, canlı renkleriyle çok geçmeden kendisini empresyonist akımın içinde bulur.
Hollandalı Van Gogh’un sanat simsarı kardeşi Theo sayesinde önce Amsterdam’da bir sergiye katılır, ardından da Paris’e yerleşen Van Gogh ile tanışır. 1887 yılında yaptığı Van Gogh portresinde Toulouse-Lautrec ilginç bir şekilde, sanki usta sanatçının fırça darbelerini taklit etmeye çalışmıştır. Bu tekniği kısa bir süre deneyen T-Lautrec bir süre sonra kendi özgün stilini geliştirecektir.
“Nesneleri oldukları gibi resmederim. Yorum yapmam. Kaydederim.”
Bazı günlerini tümüyle randevu evlerinde geçiren ve oralarda karşılaştığı manzaraları, hayat kadınlarının kıyafetlerini, bakışlarını, ruh hallerini resmederek tekniğini geliştiren sanatçı için, Moulin Rouge kabaresinin açılışı yepyeni imkânlar doğurur. Sanat çevrelerinden gelen eleştirilere kulak tıkayan T-Lautrec o yıllarda yakından ilgilendiği ve etkilendiği Japon baskı tekniğini de geliştirerek Moulin Rouge için posterler hazırlar. Kısa zamanda öylesine çiziktirilmiş görüntüsü veren bu posterler gerçekte Japon sanatının iki boyutlu yüzeysel tekniği ile empresyonist renk algısının bileşiminden doğan değerli yapıtlardır.
Tuvaline aktardığı “Au salon de la rue des Moulins, 1894 – Moulin sokağındaki salonda” anısına Albi’de açılan Toulouse-Lautrec müzesinde, devrin en ünlü kankan dansçısı Goulue’in Moulin Rouge’a girişini canlandıran tablo ise “La Goulue arrivant au Moulin Rouge – 1892” New York Modern Sanatlar Müzesi’nde sergilenmektedir.
“Aslına sadık olanı yapmaya çalıştım, ideali değil.”
Van Gogh bir keresinde şöyle demiştir: “İnsanın dinlemesi gereken, ressamların değil doğanın dilidir. Nesnelerin kendileriyle, gerçek olanla duygudaşlık, resimlerle duygudaşlıktan daha önemlidir.” Aynı sanat görüşünü benimseyen T-Lautrec, bir zamanlar komşu olduğu Degas’nın eserlerindeki hareket ve ifadenin yansıtılış biçimine hayranlığını belirtmekten de geri durmaz.
T-Lautrec bütün yaşamını Paris’te geçirmekle birlikte, sağlığı elverdiği ölçüde seyahat de etmiştir. İspanya’ya gidişinde çok etkilendiği El Greco ve Diego Velazquez’in eserlerini yakından inceleyen sanatçı, İngiltere’ye gittiğinde ise İrlandalı yazar Oscar Wilde ile tanışacak, ünlü dostuna zor günlerinde destek olmaya çalışacaktır.
Tüm gayretine rağmen içkinin tahakkümünden kurtulamayan T-Lautrec, her Fransız gibi bol miktarda bira ve şarap tüketirken, önce Viski hemen ardından Absent ile tanışıklığını bağımlılık derecesine vardırınca vücudu iflas eder. Kaderin bir cilvesi, yakın dostu ve ustası Van Gogh’un bir Fransız akıl hastanesine yatmasından tam on yıl sonra, yani 1899 yılında, Neilly’de bir akıl hastanesine kaldırılacak ve yine tam Van Gogh gibi, henüz kırk yaşını bile görmeden, ardında yüzlerce yağlı boya, yüzlerce sulu boya resim, yüzlerce baskı ve poster, binlerce çizim bırakarak, otuz yedi yaşında yaşama veda edecektir. Ölümünden önce ifade ettiği bir niyetin aslında bir tür kehanet olduğunu nereden bilebilirdi:
“Kırkıma kadar resim yapabilirim. Ondan sonra bırakmak niyetindeyim.”
Hasan Saraç – edebiyathaber.net (14 Haziran 2012)