Saatleri Ayarlama Enstitüsü: Şark’a münhasır statizmi, bir kâbusa dönüşen modernleşme teşebbüslerini kurumlardan kalkarak öznelerarası ilişkiler üzerinden anlatan sarkastik roman.
Büyük Ümitler’den (romanın birinci bölümü) Küçük Hakikatler’e (romanın ikinci bölümü) doğru genişleyen süreçte farklı üslupların terkip edildiği gözlerden kaçmayacaktır. Tanpınar, hiç de abartılı değil bu yargı, Ulysses ve Ferydurke gibi üslupların dansının romanıdır. Bir bakarsınız kadim Binbirgece Masalları gibi zaman ve mekân duyularüstü bir zaviyeden betimlenir. Bir bakarsınız üçüncü sınıf melodramlardaki gibi güdük aşk ve insan ilişkileri gündeme taşınır. Bir de bakarsınız psikanaliz ve freudyen hatırlayarak aşma bashi kara mizahla taranıp da geçer. Bir de bakmışsınız üslup varoluşçuların tespiti bol romanlarındaki ciddiyete sürüklenir. Tanpınar’ın izlediği bu yolu bir on altı sene sonra Tutunamayanlar’ı yazarak Oğuz Atay izleyecektir. Gene de üslupların bu doludizgin maratonu Atay’da ve üstte saydığım romanlarda çok çok daha belirgindir. Tanpınar’ın romanına bir üstdil (romanın figüratif olana en çok yaklaştığı lahzalardır bunlar) çok daha sıkı bir biçimde egemendir. Tanpınar sık sık kahramanların dilinden konuşarak psikolojik yaklaşımlar geliştirir ki bunlar umumiyetle gündelik yaşama içkin meselelerdir. Kişilerin iç dünyasını kuşatan mühim lahzalara işaret eder Tanpınar. Bu minvalde Yaşar Kemal’in romanlarında da anlatıcı ile kahramanlar adeta iç içe geçmiş gibidirler. Buna en iyi örnek Dağın Öte Yüzü üçlemesidir; hassaten ikiliklerin, tezatların, çatışkıların romanı Yer Demir Gök Bakır. Ama belirtmek gerekir ki asal hedef her zaman farklıdır: Yaşar Kemal doğayı kavrayan kahramanını derinden kavrayan bir anlatıcıdır. Tanpınar ise kahramanının nezdinde zaman zaman felsefe yapan, kültürel konularda kafa yoran, asrın problemlerine neşter atan bir fikir adamıdır.
Gene de şu ayrım yapılmalı galiba, Doğu’nun ve Batı’nın romanları söz konusu olduğunda: Joyce (Ulysses) ya da Gombrowicz (Ferdydurke) anlatının temel sorunlarına da işaret ettiler. Ama Tanpınar’ın ya da Yaşar Kemal’in böyle bir meselesi olmamıştır. Joyce ve onu bilinçli biçimde izleyen Gombrowicz anti-roman’ın, Avrupa’ya özgü anarşist avant-garde’ın temsilcileri olmalarına karşılık fragmanter üslubun Nietzscheci karasularına değmemişlerdir daha, değmediler. Onların yapıtı her şeye rağmen bir bütünlük arz eder. Bizde ise söz konusu bütünlüğü izleyen bir romancı da işte Tanpınar’dır. Proust’un rüya-zamanı, Valery’nin uyanıklılık ile uyurgezerlik arasındaki şiir estetiği, Yahya Kemal’in kökü mazide olan ati’si, Bergson’un akışkan zaman mantalitesi, Mallarme’nin bakanı içine hapseden ayna-estetiği, Freud’un spekülatif rüya çözümlemeleri, Baudelaire’in kötücül estetiği ve dahi patetik Dede Efendi’nin büyülü musikisi Tanpınar’ın bütüncül fikir/roman dünyasının en baba isimleridir.
Gelgelelim Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde üslupların terkibi ve iç içe geçişi mutlak surette ironik bir üstbakışı zaruri kılmıştır. Bir aklı kıt mı, hakikaten hastanelik bir deli mi, yoksa Dr. Ramiz’in de vurguladığı gibi baba psikozundan muzdarip bir tutunamayan mı, ve yoksa Şark kokak tembelliğin, sözüm ona gözlemci insan tipinin cisimleşmiş görüntüsü mü, hatta kurnaz, gününe ayak uyduran bir pragmatist mi, ne denilirse denilsin, kahraman-anlatıcı Hayri İrdal ve onun tuhaf hatıra defteri, esasen Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı romanın kendisi, birinci tekil şahıs anlatımın tuzaklarına düşürür okurunu. Çember genişler ve akla Faulkner’ın Ses ve Öfke’sinin zihnen kusurlu anlatıcısı gelir. Anlatıcıya ne kadar güvenebiliriz? Mamafih Hayri İrdal arada müthiş saptamalarla ortaya çıkar ve “İnsanoğlu insanoğlunun cehennemidir” diyerek sözü esasında Tanpınar’a devreder. Bir başka deyişle, zaman zaman Tanpınar arasına mutlak bir mesafe koyduğu kahramanı Hayri İrdal’ın ağzından konuşur. Bu yöntem gerek Ulysses ile Ferydurke ve gerekse de Tutunamayanlar’da da aynıyla mevcuttur. Bizde Oğuz Atay bu işi o kadar ileriye götürür ki misal tutunamayan cinsinin ne olduğu veya tutunamayan diye kime dendiği mutlak bir soru işareti olarak kalır. Elbette bir yanıt verilebilir ama kesin bir yanıta ulaşmak asla mümkün değildir. Elbette o gün bu gün eleştirmenler işin içinden çıkamamışlardır. Büyük yapıtları anlamak bazan içinde bulunulan döneme değil, genellikle sonraki dönemlere özgüdür.
Tanpınar tek bir tümcede rengini ele verir. Dr. Ramiz şöyle der Hayri İrdal’a:
“Psikanaliz çıktığından beri hemen herkes az çok hastadır.”
Bu alaycı itiraf şurada dursun, Hayri İrdal sembolik babalarından ara ara kurtulup da kendi içine dönerek şöyle der:
“En iyisi düşünmemekti. kaçmaktı. kendi içime kaçmak. Fakat bir içim var mıydı? Hatta ben var mıydım? Ben dediğim şey, bir yığın ihtiyaç, azap ve korku idi.”
Freud da id’in ele geçirdiği hayvani insan doğasından, suçluluk duygularından, çocukluk travmalarından ve envai çeşit korkudan dem vurmuyor muydu? Tanpınar freudyen hatırlayarak aşma bahsi, oedipus kompleksi, kastrasyon anksiyetesi gibi meselelere zaman zaman bıyık altından gülse de son tahlilde İrdal’ın sembolik babaların yaratımı olduğunu, babaların gölgesindeki travmatik oğulun çıkmazlarını gene Freud’a bağlı kalarak betimler. Oedipus çatışmasından muzdarip olan salt Hayri İrdal değildir; Tanzimat’tan bu yana Doğu-Batı’ya arasında yalpalayan, dembedem sağa ve sola kafasını vuran Osmanlı-Türk entelijansiyasıdır.
Ama hakikatte her şey bir başka şeyin yaratımıdır. Kahvehanelerde pinekleyen heterojen insan sürüsünün varlığı, bu atıl coğrafyadaki gariplikler, aynının sonsuz döngüsü Batılılaşma bahsinin bir masalmış gibi göründüğünü kavramaya yarar ancak. Nitekim şu yargıya varır İrdal:
“Hepimiz kendi masallarımızın kurbanıyız.”
Binbirgece Masalları’ndan Batı masallarına, Doğu ve Batı’nın sözde bir araya gelip çatışkıları çözdüğü klişe masallara hapsolmuşuzdur. Bu yüzden Tanpınar’ın kahramanları acı çekerler. “Acı çekiyorum, o halde varım” diyen sinik bir Beckett kahramanı gibi.
Hayri İrdal aynı zamanda öz babasının ve öteki babaların kurbanıdır. Freud’un saptadığı gibi insan-özne nasıl ki modernleşmenin, uygarlaşmanın bedelini nevroz ile ödüyorsa, o da Şark ile Garp arasındaki arafta kalmış bir sürgün olarak cemiyetten cemiyete sürüklenerek bir bedel öder. Yitirilen cennet değilse de özbilinçtir, bireyselliktir, hakiki kimliktir. Aslında Tanpınar yapıtları söz konusu olduğunda kendisi olmak bir mümkünatsızlık bahsidir ve kimlik hakiki bir derttir. Tanpınar’ın bu mevzulara değinmediği hiçbir romanı yoktur. Düşünce yazıları da bu gerilimde ilerleyen problemlerden müteşekkildir.
Giderek tozutan ve bir bebeğe dönüşen Abdüsselam’dan hakiki çatlak Seyit Lütfüllah’a, Osmanlı’nın ruhunu giyinen Saatçi Nuri Efendi’den Viyana’da eğitim görüp ülkesine avdet eden Dr. Ramiz ile Enstitü’nün temellerini atan Halit Ayarcı’ya değin babaların sonu asla ama asla gelmeyecektir. Hayri İrdal’ın onlarca hayatı olsa, hatta şu ispritizmacıların tuhaf fertleri gibi bir huddam’a ya da gaip bir ruha sahip olsaydı, belki deliliği daha iyi onaylanabilirdi ya da gaip aleminden sökün eden gene bir başka ruh (baba) söz konusu olacaktı. Dolayısıyla o babalar tarafından adeta kuşatılmıştır. Memurluk yaptığı ofisler, ispritizmacılar cemiyetindeki kâtiplik odası, Enstitü’deki odası, babasının evi, halasının şenlikli konağı, Abdüsselam’ın kalabalık konağı ve nihayet kendi yaşadığı ev onun için bir akvaryum, bir hapishane gibidir. Hayri İrdal için bu kapalı mekânlar esasen birer ana rahmidir. Dolayısıyla o henüz doğmamış bir canlıdır. Doğamadığı için varolduğu cemiyetin de sonsuz bir terakkiye doğru yol alamayacağını bilir. Ama doğmayı başaranlar da akla ve bilince vakıf mıdır ki? Bunun yanıtını vermek için babaların imparatorluğuna bakmak kâfidir. Halit Ayarcı boşuna, “Daha dün doğmuş çocuk gibiyiz” dememiştir. Ve esasen büyüyemeyen, boy atamayan, kemâle eremeyen Osmanlı artığı çağdaş Türkiye insanının kendisidir. Romanın kahramanlar da işbu sebepten sembolik vasıflarla donatılmışlardır.
Sabaha Doğru’dan (romanın üçüncü bölümü) itibaren İrdal’ın bedeninde cisimleşen kukla, yanılsamalardan mürekkep gölge oyununu layıkıyla yerine getirir. Halit Ayarcı ona ve berikilere ayar verirken yalanların ve yanılsamaların girdabında dönenen İrdal uydurma bir kitap da yazar ve zaten bir yalandan ibaret olan hayatını sanat katında mühürler. Hayatı sanata dönüşmüştür ve hayat ile sanat arasında hiçbir fark da kalmamıştır. Halit Ayarcı ona ayar verirken Hayri İrdal da diğerlerine (Garplılaşmak emelindeki Türk kamuoyuna) yazdığı kitapla ayar vermiştir. Kendisine iş veren ve sonsuz konuda onu telkin eden velinimetini (Halit Ayarcı’yı) hakkıyla taklit eden bir gölge, bir kukla görürüz böylece, İrdal’ın sakat bedeninde.
Garabetler emsali Enstitü’yü devlet babanın bir uzantısı, onun çatırdayan çarklarında beyhude pinekleyen ve özünde hiçbir iş yapmayan ya da topluma faydalı bir işte bulunmayan asalakları ise bürokrasinin cüceleri niyetine okumak elzemdir. Bu yanıyla roman esas değerini kazanır. Milletvekilliği de yapmış bulunan Tanpınar’ın ne denli isabetli bir yerden devlet babaya ve bürokratik geleneğe saldırdığı müşahede edilebilir. İşte bu açıdan bu roman; devletin, ona benzer kurumların, devletin desteklediği oluşumların var olduğu bütün zamanlarda aktüalitesini koruyabilecek bir potansiyele ve derinliğe haizdir. Adeta Türk hiciv geleneğinin hakiki magnum opus’u.
Şimdi mühim bir noktaya geldik:
Huzur’daki hakiki bütünlük ve bize özgü terkip arayışları, uyum çabaları, birlik ve esenlik düsturları Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde yerleyeksan olur, mutlak biçimde yıkılır, Tanpınarca bertaraf edilir.
Huzur’un sanatçı ruhlu kahramanı Mümtaz’ın deliren ya da ikiye bölünen benliği Hayri İrdal’da cisimleşir belki. Mümtaz bir köşede, Hayri İrdal bir köşede kalmıştır. Asla birleşemeyecek, sonrasızca ikiye bölünmüş insanoğluğun trajik betimi. Huzur’da Suat esasen Mümtaz’ın kötü ikizi idi. Hayri İrdal ise Mümtaz’ın delirmiş ya da hüviyetini yitirmiş bir başka görüntüsü gibidir. Gene de bu yargı spekülasyona ve eleştiriye açıktır. Aslında şöyle demeliyiz: Huzur’un kültürlü, eskiye âşık olsalar da yeninin arayışındaki kahramanları gitmiş, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde onların yerlerine düpedüz cahil, dejenerasyona uğramış kişilikler gelmiştir! Huzur’da Boğaz’ın suları, yıldızlar, kayıklar, balıklar, gece esen hafif rüzgâr, yakamozlar, musiki sesleri, konaklar, muhabbetler, sokaklar hep bir bütünlüğü telkin ediyordu; Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde ise bunların yerini parçalı görüntüler, anarşik hadiseler, çatlak sesler, uyumsuz meseleler almıştır. İşte Tanpınar’ın beş yıl arayla değişen roman (fikir) dünyası!
Huzur’un ideologu İhsan’ın yerini bu romanda belki de Halit Ayarcı almıştır. Biri Doğu-Batı arasındaki dengede salınan ve aslına benzemek derdindeki Avrupa görmüş, kültürlü kişi idi; Halit Ayarcı ise gününü kurtaran ve boşlukta dönenen bir ayar uzmanıdır sadece. Altını çizelim: Aslına bakılırsa Huzur’un musikiyle bütünleşmiş, düşünen, memleket hakkında kafa yoran, istihsal üzerine çözümlemelerde bulunan kahramanları gitmiş, yerlerine absürd ve içi kof birtakım adamlar gelmiştir.
Bir anlamda Tanpınar iki türlü deliliği Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü kanalıyla betimlemeyi başarmıştır. Huzur bir düştür sadece; onun esas adı huzursuzluktur (Berna Moran’a saygılar); Enstitü ise salt bir karmaşa yaratan, ne idüğü belirsiz, içi boş bir kurum.
Bir de spekülatif bir yargı: Ne Huzur ne de Saatleri Ayarlama Enstitüsü bugün hâlâ aşılabilmiş değildir. Bu iki romanın derinliğine ulaşabilmiş başka bir Türk romanı okuduğumu hatırlamıyorum. Nitekim Tanpınar üstüne 50 dolayında kitap yazılmıştır ve bu rakama yığınla makale elbette dahil değildir. Ayrıyeten yurt dışından sökün eden makaleler de hacmini giderek büyütmektedir (üstadın eserleri 40’tan fazla dile tercüme edilmiştir bilindiği üzere). Şu postmodern zamane gösteriyor ki Tanpınar bunca yıl sonra Türk edebiyatının ‘gerçek büyük değeri’ olarak yerini sağlamlaştırmaya devam etmekte, kendi deyişiyle `sükut suikasti` son tahlilde fazlasıyla bertaraf edilmektedir. Tanpınar, üstat Yahya Kemal’in “bizim asıl klasiğimiz” olduğunu ifade etmişti. Şimdi biz de aynı şeyi kendisi için tekrar edebiliriz: Ahmet Hamdi Tanpınar bizim asıl klasiğimizdir! Yıllar yılı akademik mecralarda şişirilen best-seller yazarlarının nihayet aradan çekilmesiyle akademik mecranın ilgisine hak ettiği gibi mazhar olmuş ve edebiyat tarihimizdeki sarsılmaz yeri sağlamlıkla tescil edilmiştir. Devir, nihayet Tanpınar’ın devridir.
İlahi Tanpınar, hakiki duygu adamı, Boğaziçi’nin fevkalade musikişinası, mahur bestenin merkezindeki zat, sahnenin dışındaki üstat, beş şehirlerin içe dönük serüvencisi, iç insanın araştırmacısı; keşke bugünleri görebilseydin! Seni seviyoruz.
Hakan Bilge – edebiyathaber.net (26 Şubat 2019)