Çocuklarınız ve eşinizle birlikte, kitaplara konu olmayı hak etmeyecek kadar sıradan ama çok büyük ihtimalle bir o kadar da mutlu bir hayat sürerken, bir gün evinize davetsiz gelen bir kadının ya da bir adamın, biraz sarhoş olduktan sonra sizi öpmesiyle ve sizin de bundan etkilenmeniz ile birlikte, o sıradan hayatınız artık rayından çıkmış olur. Mutlu ailenizin tekdüzeliği, yerini anlatılmayı bekleyen bir hikâyeye bırakmıştır. İşte, Ann Patchett’in ülkemizde bu ay Hep Kitap aracılığıyla yayımlanmış olan Hep Beraber isimli romanında, biraz içkinin olmaması gereken bir öpücüğü doğurmasıyla birlikte, bütün hayatı değişen iki ailenin yaşadıkları anlatılıyor.
Teresa ile evli olan bölge savcısı vekili Bert Cousins ile Fix’in eşi olan Beverly Keating’in, Beverly’nin çocuğunun vaftiz töreninde sarhoş olmaları ve kendilerine engel olamayarak öpüşmeleriyle başlayan kurguda, bu iki karakterin yeni hayatlarından yola çıkılarak eski eşlerin ve çocuklarının hayatlarından kesitlerle, olduğu kadar bağlı kalmayı başarabilen aile bağları anlatılıyor. Roman, tüm karakterlerin elli yıllık hayatlarını kapsıyor. Dolayısıyla, her bir bölümde, dikkate değer bir olay meydana geliyor, okurun merakı hep canlı tutuluyor, kurgunun devinimi hiç kaybolmuyor.
Romanın özellikle ilk dört bölümü bir bütün olarak incelendiğinde, yazar tarafından üzerinde durulan temanın kurguyu başlatan karakterlerin, yani Bert ve Beverly’nin temsil ettiği birbirine aşık olmuş karakterlerin, kendilerince kurdukları yeni hayatlarına eskilerini dahil ederken yaşadıkları gel-gitler, yalnız kalamayacaklarını anladıkça oluşan hayal kırıklıkları, bu kırıklıkların getirdiği mutsuzluk neticesinde bencilleşme süreci dikkat çekiyor. Öyle ki, Bert’ün “şu ana kadar hayatımızda olan her şey, birlikte olabilmek için yaptığımız her şey tam da böyle olmak zorundaydı,” cümlesi, bir öpücükten sonra içine düştükleri durumun umdukları gibi olmadığının ilk sinyalleri olarak okurun karşısına çıkıyor. Yazarın, son derece düz bir anlatımla bunu gerçekleştirmesi de gözden kaçmıyor. Yine, yazarın çocukların yalnızlığını, ailelerinin dağılmasıyla birlikte yaşadıkları travmayı anlatma biçimi, yalnız bırakıldıkları için kendi başlarına karar verip, göle gitmek isteyen çocukların arabanın torpido gözünde buldukları silah hakkındaki söylediklerine ilişkin diyaloglardan ve en küçük çocuk olan Albie’nin tek başına kaldığını zannedip ağlamaya başlayacakken diğer kardeşlerinin gelmesinden yola çıkılarak anlatılıyor.
Kanser ile boğuşan Beverly’nin aldattığı kocası Fix karakterinin, tedavi sürecindeyken çocuklarına geçmişten hikâyeler anlatmasıyla, hem yaşanılan pişmanlıklar, özlem, yapılan hataların hayatlarından götürdükleri irdelenirken, nesiller arasında yaşananların farklılıklar da toplumların değişimini ortaya koyuyor. Okur da, aslında bu sayede kitabın karakterlerinin hayatlarının tüm evrelerine tanık oluyor. Eğer romanı o gözle okurum derseniz, bir sosyolojik inceleme yapıyormuşçasına, karakterlerin her biri ayrı ayrı incelenmeyi hak edecek kadar dolu karakterler olarak okurun karşısına çıkıyor.
Romanın başkarakteri olarak bir karakter belirlemek pek kolay olmuyor. Başta, Beverly’nin çocuklarından Franny, diğerlerine göre bir adım daha önde yer alıyor gibi görünüyor. Hukuk fakültesinde okumasının yanında döneminin ünlü yazarlarından Leon Posen ile birlikte olması ve aslında tüm bu yaşananları, Leon Posen’in (Leo) kaleminden çıkan bir kitaba dönüşmesi sebebiyle arka plandaki iki başkarakter Franny ve Leon Posen olarak değerlendirilebilir gibi bir izlenim oluşsa da, bence “Cal” karakteri, okurda en çok yer eden karakter olarak göze çarpıyor. Romanın en vurucu cümleleri de bu karakterin yaşadıkları neticesinde yazılıyor; “Bir çocuğun ölümü, sadakatsizliği bastırmıştı. Bir çocuğun ölümü, her şeyi bastırmıştı.”
Bert ile Beverly’nin evliliklerinin ya da belki de aralarındaki aşkın bitiş sebebinin irdelendiği bölümlerde, yazar kadın-erkek ilişkilerine en çıplak haliyle eğiliyor. Her iki tarafın çocuklarının varlığı, onların bir şekilde sürekli hayatlarına müdahale halinde olmalarını kendilerine bahane olarak kabul ettiklerini, aslında aşk bittiği zaman, belki de o ilk tutku kalmadığı zaman hiç kimseye gerek kalmaksızın aralarındaki ilişkinin de öleceği gerçeğiyle okuru baş başa bırakıyor. Ve yazar bu durumu en yalın haliyle “uçurumdan aşağı yuvarlanmak” deyimiyle okuruna aktarıyor.
Biçim bakımından ara ara geçmişe dönüşler yapılan kurguda, kronolojik bir sıralama yapıldığı kabul edilebilir görünüyor. Her bir bölümde olaylar hızını kaybetmeden ilerliyor, dolayısıyla aynı zamanda her bölüm kendi içinde bir hikâye niteliği de taşıyor. Yazarın gözlem gücü, özellikle aile ilişkileri içinde altını çizmek istediği konuları, okurun kendisinin tespit etmesini sağlayacak bir yalınlıkta aktarmaya özen gösterdiği fark ediliyor. Bununla birlikte elbette bunu hissettirenin biraz da çevirmen olduğunun unutulmaması gerekiyor.
Gamze Erkmen – edebiyathaber.net (25 Ağustos 2017)