“Ben çok okudum diyemesem de okudum. Ne sürmenaj oldum ne kafayı üşüttüm. Ama yanlış okudum sanırım ya da yeterince derin okumadım ki, okuduklarımın yaşamla baş etmeme bir yararı olmadı. Yaşamın değişim hızı benim okuma hızımdan daha yüksekti.”
Ayfer Tunç’un Can Yayınları’ndan Eylül ayında çıkan, “Kapak Kızı” ve “Yeşil Peri Gecesi”nin ardından gelen, üçlemenin son kitabı “Osman”, tıpkı diğer kitaplarda da olduğu gibi, birbirine değen hayatların bireysel hikayesine odaklanıyor. Nişantaşılı, varlıklı bir ailenin iki çocuğundan biri olan Osman’ın hayatı üzerine kurgulanan roman, bir sahafta bulunan günlükler ve o günlüklerden yola çıkılarak yapılan röportajlar ile ilerliyor. Yazarın, hem Osman’ın ağzından, hem de onun hayatındaki insanlarla yapılan röportajlardan bir bütün yaratmayı seçmiş olması, teknik açıdan romanın bel kemiğini oluşturuyor.
Tunç’un ustalıkla kaleme aldığı Osman’ın hayat hikayesinde, 90’lardan günümüze kadar bir çok kültürel, sosyolojik ve ekonomik etken zemin oluşturuyor. Yazarın zamanın ruhunu hissettirmesi fakat roman akışında o ruhu okuyucuyu boğmadan vermesi, hikayenin zamansal bütünlüğündeki tutarlılığı da destekleyerek akışta kalınmasını sağlıyor. Ailenin, kültürün, sosyal çevrenin ve ekonomik durumun bir insanın hayatını şekillendirmesindeki rolü üzerine yoğunlaşan kitapta, annesini genç yaşta kaybeden ve narsist bir babayla büyüyen Osman’ın ailesinden aldıklarını/alamadıklarını hayatına katabilme/katamama serüvenine uzanılıyor.
Romanın iki ayrı şekilde ilerlemesi, okuyucunun Osman’ın hayatı hakkında objektif bir bakış açısı geliştirmesine yarıyor. Her ne kadar nesnel çözümlemeler barındırsa da, Osman’ın ne tam karşısında, ne de tam yanında durulabiliyor -ki yazar da tam olarak bunu yapmak istemiş. Osman, varlıklı bir ailenin, ne istediğini bilmeyen bir çocuğu aslında, fakat babasıyla, arkadaşlarıyla ya da hayatta karşısına çıkan olaylarla karakteri öyle bir şekilleniyor ki, hayata başladığı yer ile bitirdiği yer arasındaki uçurumda kendisine ne kızılabiliyor ne de bütünüyle hak verilebiliyor. Karakter, bir noktada kabul ediliyor ve yazar, bu kabulü öyle yoğun bir empati duygusuyla kurguluyor ki, hikaye bittiğinde geriye hiçbir suçlu kalmamış oluyor. Tunç’un, hikaye ile okuyucu arasındaki bağlantıyı sağlarken oldukça objektif olması, olayları farklı karakterlerin ağzından aktarması, okuyucuya da farklı bir anlama ve kabul etme deneyimi sağlıyor. Taraf tutmuyor, okura bırakıyor fakat okur da tam olarak taraf tutamıyor çünkü her kötünün içinde iyi, her iyinin içinde de kötü olduğunu hissettiriyor. Olay akışı boyunca fırsatları değerlendiremeyen ve hatta değerlendirmeyi seçmeyen Osman’a karşı geliştirilen yargı, bir yerden sonra yerini kabule bırakıyor. Çünkü Osman, kötü kadar kötü değil, iyi kadar da iyi değil. Yalnızca kendisiyle yüzleşmekten kaçan, babasıyla, eşiyle, kardeşiyle, hayatta karşısına çıkan belki de herkesle yüzleşmekten kaçan ve durumları uzun vadeli değil, o anki yararına göre değerlendiren biri Osman.
Konu olarak bir insanın hayatındaki çok uzun bir süreci odağına alan yazar, aslında oldukça zorlu bir zaman dilimi belirlemiş olsa da, hem üslubu, hem de seçtiği teknikle hiç sıkmadan tüm hikaye boyunca okuyucuyu peşinden sürükleyebiliyor. Üstelik Osman dışında çok fazla karakter bulunmasına ve o karakterlere de söz hakkı verilmesine rağmen, okuyucuyu kalabalık içinde kaybolmaktan alıkoymayı başarabiliyor.
Aslında bir kaybeden Osman, ama trajikomik yanı, kazanmayı da çok istemiyor. Edebiyata, müziğe, sanata ve antikaya ilgisi var ama hiçbirinde doğru kararlar veremiyor. İçinde işine yarayacak cevher var belki ama kendi bile kendisine inanmadığı için, ya da belki de babası tarafından kendisine inandırılarak büyütülmediği için, hep bir yere kadar gelip başarısızlığa varıyor. Romanın sonunda ise, yazar olamayan ama hayatı kitaplaştıran biri haline dönüşüyor. Arka kapakta da belirtildiği gibi; her şey olmak isterken, hiçbir şey olamıyor Osman.
Irmak Şahinoğlu – edebiyathaber.net (13 Ekim 2020)