Salgın günleri başlayıp da karantina için evlerimize çekildiğimizde “benim yaşantım zaten karantinaymış, uzun bir süre böyle yaşayabilirim” demiştim. Kitaplarımla daha fazla zaman geçirmeyi, daha fazla dizi-film izlemeyi, daha çok yazabilmeyi düşlemiştim. Bir süre de keyfini çıkarmıştım bu durumun. Tabi tedirginlikle birlikte… İşe gitme zorunluluğumuzun olmayışı da keyfimizi katmerlendirmişti açıkçası. Fakat nereye kadar? Geçen zaman hep aynı şeyleri tekrar tekrar yaşayan biri yaptı beni. Yaşamın genel kuralı ve döngüsü bu olsa da üzerine eklenen yalnızlık tat vermedi. Çevremdeki insanları görmeyi özlemeye başladım. Görebildiklerime dokunmayı, sarılmayı… Dokunamamak sanki sevgisizmişiz hissini yaşatsa da sevgimizin çokluğunun göstergesiydi aslında. Karantinaydı, kitaplardı derken kendimi son günlerde okuduğum “Limon Kütüphanesi”nin Calypso’sunda gördüm sanki.
“Limon Kütüphanesi” Jo Cotterill imzalı, Zeynep Kürük tarafından dilimize çevrilmiş ve Genç Timaş etiketli bir kitap. Calypso on yaşında bir çocuk. Kitaplar onun da tüm dünyası. Annesini çok küçük yaşta kanser nedeniyle kaybetmiş. Doğal olarak babasıyla yaşıyor. Fakat babası da şahsına münhasır bir adam. İçsel bir güce ve güçlü olmaya kafayı takmış. Olayları soğukkanlılıkla karşılıyor. Öyle ki eşinin ölümüne bile ağlamamış. Calypso’ya da durmadan içsel olarak güçlü olmayı ve yalnızken mutlu olmayı telkin ediyor.
Yalnızlıktan ben de tuhaf bir mutluluk duyuyorum. Tabi ki arkadaşlarla, aile bireyleri ile bir arada olmak/ olabilmek güzel fakat bir süre sonra o yalnızlığımı mutlaka arıyorum. Yalnızlığın dinginlikle eşleşen bir durumu var benim için. Asla can sıkıntısı ile özdeşleşmeyen bir yanı da… Yalnızlık güzellemesi uzayıp gitmeden Calypso’ya dönelim hemen. Bir gün Calypso’nun okuluna yeni bir kız gelir. Bu kız onun rutin hayatını değiştirmeye başlayacak kişidir. Calypso, kendisi kadar sözcüklere ilgi duyan bir arkadaş bulduğu için de mutludur. Mae adındaki bu arkadaşın Calypso kadar iyi bir okur olması sürpriz olur.
*Kitaplar size kaybettiğiniz insanları geri verir
Kitabın en çok dikkat çeken ve beni de kendisine bağlayan yönü yine kitaplar oldu. İçinde barındırdığı kitaplar. Öyle ki ardı ardına kapıları açıyorum da içerden başka kapılar çıkıyormuş gibi, kitap da bizi başka kitaplara götürüyor. Sayfalar döndükçe yeni kitap isimleri… İşte bütün bu kitaplar, Calypso’nun kendine kurduğu dünyanın sınırları aslında. Ya da sınırsızlığı… Özellikle annesinden kalan kitaplar… Hepimizde görülen o düşünce, acaba o da bu kitabı sevdi mi, burayı okurken neler hissetti… Ya da daha öncesinde bir başkası okumuşsa kitabı ve altını çizmişse satırların, burada neyi/ kimi düşündü de altını çizdi merakı… Bu açıdan bakınca kitapların, kaybettiğimiz insanları geri verdiği düşüncesine katılabilirim. Ya da hiç tanımadığımız insanlarla yakınlaştırdığı düşüncesine…
Kitapta dikkat çeken bir başka konu da Calypso’nun yaşadığı o eksikliğin getirdiği dramatik yaşam. 10 yaşındaki bir çocuk bu eksiklikle kolaylıkla baş edemez ki Calypso’da da bunu görebiliyoruz. Her ne kadar babası tarafından sürekli güçlü olması telkin edilse de kolay değildir. Biz yetişkinlerin baş edemediği eksiklik çocuklar için ne kadar zor olur hayal bile edemiyorum. Dolayısıyla hikâyede iç acıtan bazı bölümlerle de karşılaşıyoruz. Bu kadar çok kitabın olmasının keyfiyle ve burnumuzda limon kokularının ferahlığı ile okurken bir anda bir yumru boğazımıza çökebiliyor.
Yazarın anlatım gücüne de vurgu yapmak isterim. Öyle güzel anlatmış ki ortamı, adeta izlediğimi hissettim çoğu zaman. Calypsoların evini görmek istemeyen olmayacaktır sanırım kitabı okuduktan sonra.
Sıcak yaz günlerinin bunaltısı, maskesiz-mesafesiz-tedbirsiz gezenlere duyduğumuz öfke, sevdiklerimize sarılamamanın acısı artık ağır gelse de, kitaplar yine en güzel limandır biz okurlar için. Sağlıklı ve çok kitaplı günler o halde…
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (10 Ağustos 2020)