Hayat, kişinin kendisi ve geleceği üzerine yaptığı seçimlerle akarken hepimiz aslında nereye ve nasıl savrulacağımızı hiç bilmeden yolumuza devam ederiz. Bu süreçte en kritik ânların herhangi bir konuda karar vermek zorunda kaldığımız zaman dilimleri olduğunu ise çok sonraları, belki de her şey olup bittikten, bir nihayete erdikten sonra anlarız. Tam da hayatımızı ve seçimlerimizi sorgulamaya başladığımız bu noktalar, bizi dönüştüren eylemlerin ve hayatımıza yön veren büyük “etkiler”in ön plana çıktığı asıl noktalardır.
Kanadalı oyun ve roman yazarı Larry Tremblay’in Portakal Bahçesi başlıklı romanı okuru seçimler ve seçimler üzerinden hayatı sorgulamaya iten son derece çarpıcı ve bir o kadar sarsıcı bir kitap. İkiz kardeşler Amed ve Aziz üzerinden anlatılan roman, bazen yapacağımız ufak bir seçimin bizimle beraber birçok insanın hayatını da değiştirebileceğini farklı açılardan görünür kılıyor.
Amed ve Aziz isimli iki kardeş, etrafı dağlarla çevrili “isimsiz bir ülke”de aileleriyle birlikte yaşamaktadır. Aynı zamanda kanser hastası da olan Aziz, bu köyde yalnızca ailesine tutunur ve onun için yaşam koşulları halihazırda pek parlak değildir, ancak aile için asıl büyük yıkım yakın zamanda vermek zorunda kalacakları bir kararla gerçekleşir. Romanın temel başlangıç noktası da aslında budur. Bir gün bu isimsiz ülkede bölgenin önde gelen savaşçı liderlerinden biri, aileyi ziyaret eder ve onlardan bir çocuğunu kendilerine katılmasını ister. Bu istenç, aslında kendi içerisinde bir emir ve tehdidi barındırmaktadır. Çocukların babası Zohal bu durumda ne yapacağını bilemezken durumun yol açacağı sonuçları da düşünmeden edemez ve önünde çok kısa bir süre vardır. İnsan, böylesi bir durumda hangi çocuğunu feda edebilir? Bu ağır yükün altında ezilen Zohal, meseleyi anne Tamara’ya açar ve işler daha da çetrefilli bir hâl almaya başlar. Bu isteği kabullenemeyen Tamara için çocuğunu savaşa göndermekle onu ölü görmek arasında hiçbir fark yoktur, çünkü Truva Savaşı’ndan itibaren herkes bilir ki savaşa giden hiç kimse gittiği gibi geri dönemez, dönse de o kişi savaşa giden kişi değil, bambaşka bir şahsiyettir. Zohal ile Tamara arasında başlayan tartışmalarla hızla yol alan ve okuru da farklı sorular etrafında sıkıştıran Portakal Bahçesi, metin ilerledikçe başka konulara temas etmeye ve etik anlayışımızı sorgulamaya da başlar.
Jean-Paul Sartre, Bulantı isimli o meşhur romanında kişi ve seçimleri üzerine şu ifadeleri kullanır:
“Örneğin savaş zamanı bir genç askere çağırılmaktadır. Ama aynı zamanda hasta olan annesi yatalaktır. Bu durumda çocuğun seçimleri önemlidir. Çocuk, anne sevgisi dolu olduğu için evde kalacak ya da ülke sevgisi dolu olduğu için askere gidecek değildir. Çocuk, askere gittiği için ülke sevgisi ile dolmuş olacak ya da annesi ile kaldığı için anne sevgisi ile dolmuş olacaktır.”
Aslında Larry Tremblay’in Portakal Bahçesi’nde yaptığı ve anlattığı hikâye de kökünü Sartre’ın bu ifadelerinden alıyor desek çok da metinden uzaklaşmış olmayız. Ancak Tremblay bu noktada olayı Sartre’dan bir adım daha ileriye taşır ve işin içinden “ülke sevgisi”ni de çıkarır, geriye sadece başkalarının senin ve geleceğin üzerine verecekleri bir karar ânı kalır. Tamara ve Zohal kimi seçecek, hangi çocuklarını bile bile ölüme, savaşa yollayacaklardır? Zaten kanser olan ve durumu pek parlak görünmeyen Aziz mi, yoksa ikiz kardeşi ve ailenin neşe kaynağı Amed mi? Çünkü bu öyle bir meseledir ki, ikiz kardeşleri birbirinden ayırmak bile başlı başına bir cinayet olarak görülebilir, zira Tremblay bu kardeşler arasındaki ilişkiyi şu sözlerle ifade eder:
“Amed ağlarsa Aziz de ağlıyordu. Aziz gülerse Amed de gülüyordu. İnsanlar onlara takılmak için, ‘Bu ikisi ileride beraber yaşayacak,’ diyordu.” (Tremblay, 2021: 11)
Tremblay’in kitabın henüz girişinde yer alan bu sözleri romanın sonunu da farklı açılardan vurgulamaktadır aslında. Dikkatli okur için yazar metnin farklı noktalarına ileriye dönük ipuçları da yerleştirmiş, bu ipuçları daha sonra bir araya gelerek ortaya destansı bir anlatı çıkarmıştır. Geriye dönüşün olmadığı bu noktada hayat Aziz için de Amed için ancak hâline ağlanacak bir şeydir. Geriye hiçbir şey kalmaz, ölüm bir gerçek, seçimler ise mutlak birer zorunluluktur.
Amed ve Aziz üzerinden bir ailenin vermesi gereken zor bir kararı ve bu kararın sonuçlarını okurla buluşturan Portakal Bahçesi, odağında yer alan savaş temasıyla da farklı konulara değinir. Savaşın etiği meselesi ve savaşın neye/kime/neden verildiği sorusu bizi daima farklı meseleler üzerine düşünmeye iter. Sözgelimi vatan sevgisi nedir? Vatan neresidir? Vatan sevgisi neden kanıtlanmayı gerektirir? Vatanın sınırlarını kim, nasıl, hangi yolla belirler? Savaşlara kim, nasıl, hangi amaçla karar verir? İşte tüm bu sorular bir gün bu acılı ailenin evine gelen bölge lideri ile gün yüzüne çıkar.
Otorite ile birey olarak ilişkimiz ve otoritenin bize dayattığı/uyguladığı/reva gördüğü uygulamalar/tavır/kurallar/yasalar hayatımıza büyük ölçüde şekil verir. Bu noktada Zohal ve ailesine dayatılan kurallar ve çocuklardan birinin silahlı güçlere katılması isteği de bu tür durumlardan birisine yol açar. Bir noktada kişi, otorite ve otorite üzerinden temsil edilen devlet/kurum/organizasyon ile etkileşime girmiş ve kendisine düşen sorumluluğu yerine getirmiş olur. Ancak sorumluluğun büyüklüğü meselesi devreye girdiğinde ise ortaya farklı sorunlar çıkar. Hele ki bu durum kendi içerisinde bir karar verme zorunluluğunu da barındırıyorsa işler hızla daha da karışabilir. Tıpkı Portakal Bahçesi’nde olduğu gibi. Belki çocukların her ikisi de sağlıklı veya hasta olsaydı durum çok daha farklı olabilirdi. Ancak çocuklardan birisinin kanser olması ortaya farklı sorunlar çıkarır. Sözgelimi hasta olan çocuğu kurtarıp onunla ilgilenmeli veya en azından son günlerini huzur içinde geçirmesi mi sağlanmalıdır? Veya sağlıklı çocuk seçilip en azından o kurtarılmalı ve onun iyi bir geleceğe sahip olması için mücadele edilmeli, zaten ölüm tehlikesi olan çocuk gözden mi çıkarılmalıdır? Bu durumda kişinin bağlı olduğu topluma/organizasyona/devlete/kuruma karşı sorumluluğu nedir? Hasta birini silahlı güçlere temsil etmek bu kuruma karşı bir ihanet midir? Salt Portakal Bahçesi üzerinden değil, genel olarak da sorulabilecek bu sorular, ortada hiçbir mesele yokken bile birçok farklı cevabı beraberinde getirebilir. Sadece bu kadar çok ve güçlü soruyu aynı ânda sorduruyor olması bile aslında Tremblay’in ne kadar güçlü ve başarılı bir iş yaptığını açıkça gözler önüne serer.
Son olarak bahsedilmesi gereken bir başka mesele, çok basit bir nesnenin, sözgelimi bir ağaç, bir meyve, bir tabak, bir çift ayakkabının doğru kullanıldığında kendi içerisinde ne derece güçlü birer imgeye dönüşebileceği, ne denli güçlü anlamları içerisinde barındıracağıdır. Bu kitap özelinde “portakal bahçesi” bir tür cennet-mekân olarak değerlendirilebilir. Bu cennet-mekânı kimse terk etmek istemez, çünkü etraf cehennem ile çevrilmiş gibidir. Baba ocağı/ana yurt, cennedin ta kendisidir, ondan uzaklaşmak/uzaklaştırılmak birçok sorunu da beraberinde getirir. Amed ile Aziz özelinde bu durum, savaşa gitmek ve cennetten kovularak ölüme mahkûm edilmek demektir. Zohal ve Tamara’nın zorlandığı bu durum, kimin cennetten çıkarılacağı üzerinedir de aynı zamanda. Nihayetinde portakallar çürümeye terk edilirken imgenin zenginliği karakterlerle birlikte okuru da etkisi altına alır ve kendi sınırları içerisinde onu unutulmaz bir nesneye dönüştürür. Portakal Bahçesi’ni okuduktan sonra Amed ile Aziz’in orada geçirdikleri zamanı düşünmeden etmek neredeyse imkânsızdır. Tremblay’in o muazzam dil aracılığıyla kurduğu bu örgü, onu unutulmaz kılar.
Larry Tremblay’in ilk kez Kanada’da 2013 yılında yayınlanan romanı Portakal Bahçesi, okuru Amed ve Aziz’in hikâyesi üzerinden birçok farklı sorunla yüzleştiren son derece özel bir kitap. Türkiye’de Şirin Erkan Leitao’nun Türkçesiyle okurla buluşan kitap, Bilgi Yayınevi’nin son dönemde dilimize kazandırdığı önemli kitaplardan birisi olarak okurunu bekliyor.
Ali Gence – edebiyathaber.net (22 Nisan 2021)