Gün gelir insan korkularıyla yüzleşir. Süregelen mutsuzluk sadece seninle ilgilidir. O güzel günlerde günlüğüne hep ölümü yazmışsındır. Güneşli bir ada günü ya da o tatlı esintiyi hissettiğin tatil vakti sevmek ve sevilmek için her şey uygunken dönüp yine öleceğin günü tasarlamışsındır. Bazen arabesk diye yaftalanan bazen de artık anlamsız gelen bu duygudan sıyrılmanın yollarını aramaya başladığında kendini hep yalnız bulmuşsundur. Güzel bir sevgili, iyi bir çocukluk, para, sağlık ne mutlu eder bir insanı? İnsan on beş yıl boyunca mütemadiyen kafasında bu düşünceyle gezerse eninde sonunda ölür. Kendini öldürmese bile mutsuzluktan ölür.
Bazen sesimi unutuyorum. Bana inanın yalnızlığımı kabullenmemek için kendimle konuşuyorum ve cevap veriyorum. Geçmişten sıyrılmaya çalışırken yaşadığım hayatı kaçırmaya başladım. Uzun yürüyüşler yapıyorum. Özellikle soğuk ve yağmurlu havaları tercih ediyorum. Baharın gelişi beni hep mutsuz ediyor. Her yerde koşuşan çocuklar, mutlu insanlar görmeye dayanamıyorum. İstiyorum ki bu halime ortak olsunlar. Hatta bazen daha dertli birini görüp iyi hissediyorum. Bu beni kötü yapar mı? Bilmiyorum, en azından bunu söyleyebiliyorum.
Çocukluğumdan kalma bir kokuyu bazen Kadıköy’de bazen de vapurla bir yerden bir yere giderken alıyorum. Gökyüzünün soluk maviyle güneşi gizlediği ve yağmur ertesi çam ağaçlarının yaydığı yeşil ve ferah hissi yaşamı çok seven biri gibi içime çekiyorum. O an mutlu hissediyorum. Ormanda dolaştığım zamanları, yokuşun dibinde arkamda dev bir çınar ağacının gölgesinde beklediğimi hatırlıyorum. Sonra bir bağırtı, bir kuş sesi ya da çalan bir telefonla irkilip kendimi bugünde şimdide buluyorum. Yaşamak için gündelik dertler yeterlidir. Çocuğunuz, kalacak eviniz, arkadaşlarınız, kira, faturalar ve tabii ki akabinde gelen yorgunluk. Benimkisi biraz daha farklı. Herkes gibi bütün dertleri açık edemiyor insan. Sanki her şey yolundaymış, sorunlar yokmuş gibi davranıp GÜNAYDIN diyor. Sabahları uyandığımda sinirli ve umutsuz hissediyorum. Sabahları uyandığımda yalnız öleceğimi anlıyorum. Sabahları uyanmak istemiyorum.
Şimdi burada artık ne yapacağını tam olarak bilmeyen biri gibi masanın başındayım. Güzel bir duş alıp biraz olsun suya anlatacağım kendimi. Sonra giyinip güzel kokular sürüp dışarı çıkacağım. İnsanlara bön bön bakacağım. Yanlış anlayacaklar. Oysa ne yapıyorlar diye bakıyorum onlara. Ne konuşuyorlar, dertleri neler, neden hâlâ yaşamaya devam ediyorlar.
Kadıköy’ün içinden geçip eskiyi hatırlayacağım. Kendimi. İlk oturduğum evin kapısına gideceğim. Çıkmaz sokakta bir sigara içeceğim. Sonra yıllarımın geçtiği o zemin katın önüne geleceğim. Merdivenlerde oturup bekleyeceğim. Bütün o kaosla geçen yılları, eve misafir olanları, geçerken uğrayanları, sevgilileri, yıllar geçtikçe ölen kedileri, kar yağan geceleri, terk edildiğim günleri, otuz metrekarenin içinde bir yer yatağında ölüme yaklaştığım zamanları gözümü kapatıp izleyeceğim. Ama şunu anlayacağım. O yıllar yaşama her zamankinden daha sıkı tutunmuşum. Aslında öfke geçtikçe ölümü kabullenmek kolay oluyor. Bu yüzden kendimi bu duyguya ilk kez daha yakın hissediyorum. Öfkem geçmek üzere. Sessizlik kendini sağ omzumda konumlandırmış. Dönüp baktıkça konuşmamam gerektiğini hatırlıyorum. Genelde “Her şey geçer, hayat kalır” diyordum. Anladım ki doğru. Ama o hayatın içinde kalamadıktan sonra bir anlamı olmuyor geçen şeylerin.
Camus günlüğünde şöyle diyor: “Hayatın en büyük meselesi insanların arasından nasıl geçeceğini bilmektir.”
Umarım öğrenirim.
edebiyathaber.net (26 Aralık 2024)