Bir yazar, sessiz bir odadaki çalışma masasında, sallana sallana giden bir trenin, kolunu rahatsız eden kolçağında veya vapurda giderken eliyle sıkı sıkıya tuttuğu bir not defterinde yazma uğraşına girişebilir. Burada yazılan yer ve yazım araçları, yazar için pek de önemli değildir aslında. Ancak bu yazma uğraşına girişmeden önce yazmaya değer bir hikâye bulması veya enteresan ya da olağan dışı bir sıkıcılığa sahip bir karakterin onu yazmaya teşvik etmesi gerekir. Bu ve buna benzer birçok dışsal tetikleyiciye ihtiyaç vardır. Tabii evde oturup her şeyi kafasından uyduranlar da yok değildir. Eğer yazdıklarında nitelik söz konusuysa bu edim, yazdıklarının değerini de düşürmez pekâlâ. Ama ben ve benim gibi gerçek hayata dair birtakım tetikleyicilere ihtiyacı olan yazarlar, sokağa çıkar, hayata karışır. Hatta bazen tehlikeye atılır. Peki ama bir hikâye yakalamak uğruna kendini ne kadar tehlikeye atabilir? Burada soracağımız ve peşinden gideceğimiz soru budur.
Benim bugüne kadar bir hikâye uğruna göze alabildiğim en büyük tehlike, gecenin kör bir saatinde, sarhoşun ayyaşın, gözü dönmüş bir şekilde sağlık personeline parmak sallayan insanların bulunduğu bir acil servise gitmek olmuştu. İnsanların canıyla cebelleştiği, morg ile hastanenin çıkış kapısı arasında, bir araf olan acil servise… Oraya, gecenin bir saatinde sırf yazmaya değer bir hikâye bulabilmek adına önleyemediğim bir dürtüyle “hikâye avlamaya” gitmiştim. Orada gözlem ve temkinlilikle geçirdiğim birkaç saatin ardından evimin sıcağına dönüp masamın başına geçmiş, biraz da “uydurarak” bir hikâye kaleme almıştım. Bu deneyim sayesinde, saygın bir edebiyat dergisinde yayımlanan “Acil Servis” öykümü yazmıştım.
Hemingway Hırsızı’nın yazarı Shaun Harris ise riski belki biraz daha büyüterek -kurmaca karakteri Henry Cooper maskesiyle- kendini bir hikâye uğruna Meksika’ya atıyor. Viran bir kasabadaki izbe bir bardaki tantananın ortasında, iki silahlı adamın baygın bir sarhoşa sataşmasının ardından kendisini bir anda bir maceranın ortasında buluyor. Meksika’da birkaç hafta önce tanıştığı arkadaşının (Grady) peşinden gitme kararı da benim acil servis gitmemle özdeş bir motivasyonun eseri. Hasta yakınları tarafından darp edilip bıçaklanmakla, bir tantananın ortasında çifteyle gebertilmek arasında çok da bir fark yok aslında. İkisinde de bir hikâye bulacağım derken maruz kalabileceğiniz şiddet sebebiyle ölmeniz veya sakat kalmanız mümkün. Ama yazı böyle bir şey işte, az ya da çok, riski göze alıp yola çıkıyorsunuz. Harris de sırf yazabileceği bir hikayesi olsun diye yollara atıyor kendini. Biraz da kendini kanıtlama çabası söz konusu. Hemingway Hırsızı her ne kadar kurgusal bir eser de olsa Harris kitapta anlatılanların kendi hikayesi olduğunu kitabın başındayken açıkça belli ediyor. Anlatmaya değer bir hikâye dedik ya, işte onun peşinde koşmasının en büyük nedenlerinden biri de babası. Harris, onu her zaman küçümseyen babasının şu sözlerine yer veriyor sözgelimi: “Kitabını okudum. Bir John Grisham değil.” Kitapta dönüp dolaşıp bu tatminsizliğe değiniyor. Evet, bir John Grisham değil ama benim de artık anlatacak ve okunacak bir hikayem var demek için kendini kusmuk ve sidik kokan izbe yerlere, tehlikeye atıyor. Bu açıdan Hemingway Hırsızı, hayatımızı başkalarını tatmin etmeye çalışmakla geçirdiğimizin de bir göstergesi aynı zamanda. Yazmak bir yandan da bunun eseri, esiri. Zaten insanları tatmin etmek için kendinizi bu “saçma maceralara” atmasak ne bu kitapları okuyor oluruz ne de ben bu incelemeyi yazıyor olurum. Her şey bir hikâye bulabilmek için. Yoksa bir yazar niye kendini namlunun ucuna atsın ki?
“Bir yazar demek, ha?’ dedi Grady. ‘O da mı kendini öldürecek yoksa?”
Kitapta iç içe geçen ve anlatılan hikâyeyi zenginleştiren unsurlar söz konusu. Sözgelimi Harris, kitabın içinde kitap, yazarın içinde yazar yaratıyor. Birinci tekilden yazan Harris’in sesi olan Henry Cooper, Meksika’da bir maceraya atılmasına karşın bir macera romanı serisinin yazarı Toulouse Velour aynı zamanda. Editörü, Cooper’ın kendini bulması ve çok satan aşk romanı serisine bir yenisini daha eklemesi için onu Meksika’ya gitmeye teşvik ediyor. Ancak Cooper, bu niteliksiz seriden sıkılmış ve daha ciddi bir şeyler yazmak isterken kendini Meksika’da bir koşturmacanın içinde buluyor. Cooper, Toulouse Velour mahlasıyla yazdığı çok satan roman serisini aşarak kendi söylemiyle Soğukkanlılıkla (Truman Capote, In Cold Blood) gibi gerçeklere dayanan bir roman yazmak istiyor. (s.95) Meksika da bunun için fena bir yer sayılmaz hani. Takma isimle değil, kendi adıyla var olmak istiyor. Anlayacağımız üzere sürekli harika olmadığının dikte edilmesi gerçek bir yazar olarak Cooper’ın canını bir hayli sıkmış durumda. Babası, sen bir John Grisham değilsin derken editörü de ona sen bir Truman Capote değilsin diyor. Cooper, yani Harris bir yazar olarak buna karşı çıkıyor. Kendi olmaya çalışan Cooper, hikayesini buluyor; kitaba ismini veren Hemingway Hırsızı’nı; Paris Bir Şenliktir kitabının el yazmasının çalınmasının hikayesini, iç içe geçmiş harikulade bir anlatıyla sunuyor. Bu açıdan Meksika’nın ıssız yollarında harika bir hikâye yakaladığını da söylemeden geçmeyelim. Peki nedir bu kitabın özünü oluşturan şu Hemingway meselesi?
Hemingway’in bile bir hikâyeye ihtiyacı vardı
Ernest Hemingway gibi büyük bir yazar bile bir “patlama” noktasına, bir çıkışa ihtiyaç duyuyordu. Evet, üslubu sade ve anlatımı güçlü olduğu kadar aynı zamanda kuvvetliydi de. Bu da onu dünyanın en çok tanınan yazarlarından biri kılacaktı yakın zamanda. Ancak annesinin karnından dünyaca tanınan bir hikâye anlatıcı olarak çıkmamıştı. Toronto Star gazetesinde çalışan, kıyıda köşede kalmış sıradan bir muhabirdi. Hikayeleri yazıyordu yazmasına ama kendi deyimiyle onları kimse sallamıyordu, başarısız olacağı düşüncesi ise onu alabildiğine korkutuyordu. Harris bu korkuyu şöyle anlatıyor: “Hemingway’in saygın bir işi, onu seven bir karısı ve büyük bir Avrupa şehrinde ilginç bir hayatı vardı. Eğer sıradan bir adam olsaydı, bu ona yeter de artardı, ama Hemingway sıradan bir adam değildi. Bir yazardı. Yazım hayatı kadar güvensiz, narsisist, paranoyak, buhranlı ve ilgi budalası namzetleri çeken pek az meslek vardır. Yazarın gündüz hayatı başarı hayalleriyle, uykusu da başarısızlık kabuslarıyla doludur.” (s.128) İşte Hemingway bu korkuyla yaşıyor, bir yazar olarak anılmak ve şeytanın bacağını kırmak istiyordu. Ne yapsa olmuyor, bir türlü tanınamıyordu. Tam da kurgu edebiyatına boş vermek ve sıradan bir muhabirin hayatını kabullenmek üzereyken -şimdilik ismi lazım değil- hırsızın teki, ona bugünkü tanınırlığını sağlayacak bir öneride bulunmuştu: “Senin ihtiyacın olan şey, Ernie, bir hikâye.” Peki ama neydi bu hikâye?
Hemingway’in elinde Birinci Dünya Savaşı’ndan daha büyük bir hikâye yoktu. Ambulans şoförü olarak Kızılhaç’a katılmış ve cephede bir kadına vurulmuştu. Ancak bu kadın onu bir erkekten ziyade zavallı bir çocuk olarak görmüş ve onu bir başına bırakmıştı. Hayatı kayıplarla dolu bir adam aşkta da kaybediyordu. Yazmaya devam etse de içinde hep bir ukde vardı. Zaten yazınında erkekliğin aşırı bir şekilde vurgulanması ve kayıp imgelerinin sıkça yer alması da hayatındaki başarısızlıklara dayandırılmıyor muydu? Hemingway, romanlarında kendi hayatını dramatize ederek fantezilerini yazan bir adamdı. Ama parlamak için bir darbeye daha ihtiyaç vardı. Savaşın ardından bir çıkış arayışında olan Ernest, bu sırada bir editörle tanışmış ve ona çalışmalarından bahsetmişti. Editör, Ernie’nin anlattıklarından etkilenmiş ve o ana kadar yazmış olduğu her şeyi istemişti. İşte bu, Hemingway için bir çıkış ve kendini kanıtlama şansıydı. Hemingway karısına hemen bir telgraf çekerek her şeyi getirmesini istemişti. Karısı dediğini yapmış ve bavulu da yanına alarak yola koyulmuştu. Tesadüf bu ya, Paris’te tren için beklediği sırada birisi bu bavulu, yani Hemingway’in savaş bitiminden beri üzerinde çalıştığı her şeyi “çalmıştı”. El yazmalarının büyük bir kısmının nehrin dibi boyladığı düşünülse de hiç kimse sonrasında ne olduğunu bilmiyordu. Rivayet edildiği üzere Hemingway, bu bavulun çalınması için Ebenezer Milch adında biriyle anlaşmıştı. Kitabın tadını kaçırmamak için işin sadece bilinen kısmına değineceğim; kendi ayarladığı hırsız, onun Paris Bir Şenliktir kitabının el yazmalarını “çalacaktı”. İşte Hemingway’in aradığı hikâye de bu olacaktı. Peki ama bu gerçek miydi? Shaun Harris bu kitapta biraz da bunun peşine düşüyor. Yıllar sonra tekinsiz Meksika topraklarında bu el yazmalarının bir kısmı, bir şekilde Cooper ve Grady’nin eline düşüyor. Biz de okur olarak Hemingway’in “çalınan” ve onu dünyaca tanınan bir yazar olmasına yol açan bu el yazmalarıyla bir maceraya atılıyor ve bir gizin kapılarının aralanmasına tanıklık ediyoruz.
Burada Harris’in Hemingway’in tanınan bir yazar olma yolunda aradığı hikâye uğruna söylediği büyük yalana da bir şekilde hak verdiğini alt metinde okuyoruz: “Bir romanı, hani şu nihayetinde başarısız olanı ilk kez yayınlatmaya çalıştığım zamanları hatırladım. Çalışmam benim varlık sebebim, bir şahsiyet olarak değerime ilişkin bir ölçüttü. Her başvuruyla birlikte sanki ilk evladımı dünyaya yolluyor gibi hissediyordum ve her ret cevabı, ruhuma saplanan bir dişli bıçak gibi geliyordu. Sıkılmış yumruklarımı ve acıyla dolu gözyaşlarımı hatırlıyorum. Sürecin tamamlanması iki yıl aldı, ama hayatımdan on yılları götürdü. Etrafımda sakin dehalarıyla metni olgunlaştıracak E. Scott Fitzgerald ve Gertrude Stein gibi kimseler de yoktu.”
Hemigway Hırsızı’nın Hemingway’in adına yaraşır, özgün bir roman olduğunu söyleyebiliriz. Kafka, Woolf ya da bir başka büyük yazarın ismine sığınıp ortaya çıkan niteliksiz eserlerden değil; Hemingway’in ismi laf olsun diye kullanılmıyor. Harris’in yerinde ve özgün benzetmeleri ise güçlü gözlem yeteneğine delalet ediyor. Bu da bize Çehov’un bir sözünü hatırlatıyor. O da gözlem yeteneğinin bir yazarın olmazsa olmazı olduğu; Harris bu konuda da çok başarılı. Yazarın kitabı özgün kılan benzetmeleri esere nitelik katarken sürükleyici anlatımı kitabı sıkılmadan, bir çırpıda bitirmenizi sağlıyor.
Paris Yayınları’nın az ve öz olsun ama nitelikli olsun diyen yayıncılık anlayışının güzel bir örneği olan Hemigway Hırsızı, Emrah Saraçoğlu’nun metne akıcılık katan yetkin çevirisiyle keşfedilmeyi bekliyor.
Batuhan Sarıcan – edebiyathaber.net (24 Nisan 2019)