Zamanı geldi gitmenin. Yollara, düşlere dalmanın. Sözün çağrısına, belleğin yanılsamalarına uymalı.
Sonyaz ikliminden çıkıp gidiyorsun. Başka bir ülkeye, bambaşka bir karaparçasına gidercesine hem de…Yol günü öncesinde başlıyor hazırlığın. Yanına alacakların; kitaplar, defterler, kalemler…Sonra giysilerin, fotoğraf makinen…En olmazsa olmazların yani. Bu kez, bir değişiklik yapıp, kış yolculuğun için farklı okumalar, giysiler seçiyorsun: Roberto Bolaño, Haruki Murakami bu yol arkadaşlarından… Gene hiç yazılmamış defterler açıyorsun. Havaalanına varmadan yazmaya koyuluyorsun. Sâdi’den bir epigraf ilk sayfanın açılışını süslüyor hemen:
“Yanımda bulunduğun geceler benim için gündüzdür. Seninle geçen her günüm nevruzdur. Emret, mum sönsün, ay batsın. Benim gündüzüm seni yanımda gördüğüm gecedir.”
Okuduklarından son satırına geldiklerini noktalarken, oradan yansıyan düşüncelerini defterinin açılış sayfalarına taşıyorsun.
Tuhaftır, evet; günlerce önce başlamıştın Gogol okumalarına. “Ölü Canlar”ı yeni bir deneme yazmak için okurken; Montaigne üzerine yazılmış bir kitap çıkmıştı karşına: “Nasıl Yaşanır ya da Bir Soruda Montaigne’in Hayatı” (*).
Çocukluğunun kentinden koparken bu iki yazar da yanıbaşındaydı. O kent, biraz da onlarla anlam kazanmıştı sende. Dahası, bir kentin ruhunu kavramada, kendi yaşam felsefenin ilk harcını oluşturma da onlar kılavuzluk etmişlerdi sana.
Şimdi, yıllar sonra, dönerken çocukluk cennetine; onlarla yol almak üzeresin.
Bir ân aklına şu düşüyor. Kenti Montaigne ve Gogol ile adımlamak… Yazdıklarının içinden çıkarak, satır aralarında gezinip oralardan düşünceler/düşler/sözler devşirerek birlikte kentin eski dokusunun soluk aldığı yerleri gezinmek…Üçlü bir söyleşim metnini kurmak…İlk kez geldikleri kenti birlikte gezinirken sordukları sorulara yanıtlar bulmak, kendi düşüncelerini/gözlemlerini aktarmak…Kentteki kırk yıllık değişimi anlatmak…
Bir arınma yolculuğu olacaktı bu senin için. Bilerek, isteyerek beklemiştin yılın son günlerini…Ve elbette karın yağışını…
Kar tufanı bu, evet…Kış bastırdı. Yollar kapandı kardan…
En çok da kuşlar düştü aklına. Tüneyecek bir dal, bir yaprak, kuytu bir köşe bile bulamayacak kuşlar…Yemlikleri kar altındadır şimdi. Yalaklardaki sular donmuştur.
Hamamların külhanından çıkan buğunun dağa da sana da çağrısı olmalı. Buzkıran fırtınası kapıda da olsa suyun bedeni saran sevincini bu mevsimde daha iyi anlarsın. Taşyapının kubbesinden göbektaşına düşen ışık huzmesi, ötede suyun akıp duran şırıltısı…Ve dışarıda engâh engâh yağan kar…Biliyorsun, bunların her biri ilk adımda karşılayacak seni. Kentin yitmeyen duygu ırmağıdır zamanın sürekli taşıyıp durduğu. Tükenmeyen gelenek, ve melezleşen bir zamanın ağıdı bir yerlerde sıkışıp kalmışlık…
Ve dağa kavuşacaksın…Sıfır rakımdan iki bin metre yükseğe ulaşacaksın! Bir ân başdöndürücü geliyor bu sana. Denizden bunca yüksek bir yerde geçmişti demek çocukluğun…Ve denize kavuşman trenleydi…Dağdan ovaya, oradan akıp giden demiryolu boyunca Haydarpaşa’ya varılacak ince uzun bir yolda yolculuktu o…
“Dönüşsüzlük,” demiştin…Tutup yazdıklarını çamaşır suyu doldurduğun bir leğene bırakmıştın yaprak yaprak…Sözcüklerin, mürekkep renkli duyguların gözünün önünde suya akıp gitmesini istemiştin.
Ve iki şairdi yol arkadaşlarının arasına kattıkların. Ara ara gelip yokluyorlardı seni dizeleriyle:
“Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim,
Sevdim beni onu, o da sevdi beni bir ara.” (Pablo Neruda)
“Koştum geldim ta sınırına değin.
Burdan ötesi suskunluk, zaman” (Melih Cevdet Anday)
Dağa kavuşma isteği, bu zaman koşusu yüzümün aylasında ışıyan kuş seslerinin çağrısıdır; biliyorum ki yolculuk bunun bahanesi…Kar iklimine gidiyorum şimdi… o antik coğrafyanın yollarına düşüyorum…
________
(*) Sarah Bakewell, Nasıl Yaşanır ya da Bir Soruda Montaigne’in Hayatı; Çev.: Emre Ülgen Dal, 2013, Domingo Yay., 388 s.
edebiyathaber.net (16 Kasım 2021)