Edebiyatla uğraşıyorsanız, ki roman-öykü yazmanıza da gerek yok bu çabanın asıl işçiliği okur olmaktır, o zaman onlarca soruya yanıt ararken bulursunuz kendinizi. Bu bulma halinin cevaplara dönüşmesinin de tek yolu; edebi soruları çoğaltacak okuma eylemini yapmaktan geçiyor. Fakat başka dilde okunan kutsal metinleri büyük bir iyi niyetle anlamını merak etmeden kabul etmek gibi çabaya dönüşür, okuduğun romanı bilinçli bir okur olarak okumamak. Kabul edelim ki harfleri bilen ve kelime diziminden haberdar olan herkes okuma eylemini öyle ya da böyle gerçekleştirebilir. Ve kabul listemizin yanına bir çentik daha atalım ki herkes okuduğu metni onun tam hakkını vererek hatmedemez. Bu sebeple başta klasikler olmak üzere büyük romanların ikinci ve üçüncü alt metinlerini gün yüzüne çıkarttığım incelemeler çok okunuyor. Peki, tüm okurlar elindeki metnin iç anlatımlarını görecek bir edebi x-ray ışınıyla donatılamayacağına göre anlayarak okuma ayrıcalığı sadece benim gibi bu metinleri yazabilme becerisine sahip olanlara mı verilmiş sayılıyor? Ukalalığın ve megolamanlığın sonu bir edebi yaratıcılığa varıyorsa, o zaman kabul edilebilir bir dengesiz sayılırsınız. Yok, eğer iş geniş okur kitlelerini metin arasında aşağılamaya varırsa ‘Sizden okur olmaz’ diyerek, bu hakareti anlamak için yine röntgen ışınları gerekse bile tarihe eninde sonunda ‘Aşağılık adam’ diye geçersin.
Ben tarihi 100 yılı çeyrek geçen Türk edebiyatının özellikle 1970’ten sonra Latin Amerika edebiyatının fersah fersah gerisinde kalarak ne modern ne de siyasi anlatıda bir yere varamadığını; yine toparlanma sürecine giren 1990 sonrası Avrupa edebiyatının da tozunu yuttuğunu düşünsem bile, Türkiye’de çok nitelikli bir okur kitlesi olduğunu kendime yinelerim: İstanbul’da evi ile işi arasında kilometrelerce mesafe ve birçok toplu taşıma aracı olanlar bilir. Bu son birkaç yılda hiçbir saygı ve görgü kuralının çalışmadığı megapolde, akıllı telefonlarına gömülmeyenlerin dışındakiler mutlaka bir metin okumakla meşguller. Muhabiri ve editörü olarak parçası olduğum medyanın artık haber-gerçek-ve gazetecilik gibi kavramlarla olan mesafesinin belgesellerdeki kutuplardan kopan kıta büyüklüğündeki parçalar misali birbirinden ayrılmasıyla gazete ve haber dergilerini bu gruba almadığım anlaşılır sanırım. Ben metronun ray ve vagon gürültüsünde kulağında ona dış sesleri engelleyecek bir müzik yayını yalıtımını da kullanmayan okurların, değme kütüphanelerin kabristan sessizliğinde ancak okunabilecek denli hem kütle hem de metinsel olarak hacimli kitapları yalayıp yuttuklarını gördüm. Yine vapurda, otobüste hatta havasız insan aracı metrobüste ayakta, pardon ayakları havada yolcuların bile romanlarını hatmettiklerine şahitlik ettim. Yoldaki ölü vakti diriye dönüştürmek için gerçek bir edebiyat okuru gibi; yani popüler olmayan nitelikli metinleri okuyan ve sürekli aynı olmayan yüzleri görüp duruyorum. Bu kişisel gözlem bile ülkenin bir özeti sayılan İstanbul üzerinden yapılan değerlendirme ile Türkiye’de ciddi bir nitelikli okur kitlesi olduğunu ortaya koyar sanırım. Kaldı ki evinin okumaya uygun yerinde, tercihim uzanarak, romanını-öyküsünü-şiirini hatta ve olması gerektiği gibi tiyatro metni ile sinema senaryosunu okuyanları da hesaba katınca iş büyür; sayı katlanır.
Türkiye tipi okur
Nasıl ki televizyonda hangi ağlamalı ve abartılı dizilerin yayınlanacağına, bunların hangi geniş kitleleri etkisi altına alıp hangi ürünleri sattıracağına bir avuç reklam veren karar veriyorsa, Türkiye’de hangi yazarın kitabının çok satıp zengin olacağına ve çok satanlar listesinin nasıl şekilleneceğine de bir avuç insan karar veriyor: Kim onlar, birkaç yayınevi sahibi, birkaç kitap dağıtıcısı, birkaç zincir kitap satış mağaza şirketi yöneticisi. Ama hepsinin de tek dayanağı var ‘Okur böyle istiyor.’
Sahi, ey okur, sen çok satanlar listesine bakınca böyle mi istiyorsun? Çünkü çok satanlar listesini inceleyince Türkiye okuru algısı şöyle şekilleniyor:
Çocukların bile sıkılacağı denli basit kurguya sahip, sekizer-onar kelimelik cümlelerle kurulu uyduruk polisiye romanlar.
Fi tarihinin imkansız aşkının bol melodramlı anlatıları.
Hiçbir acının ananı ağlatamayacağını savunup, seni insanlıktan ne kadar çıkıp çeliğe dönüşürsen o kadar mutlu olacağını pompalayan kişisel gelişim hikayeleri.
Tarihin popülerleştirilmiş ve gerçek algısı yaratan kurguları.
İşte Türkiye okuru bunları sever.
Hatta sevmekle kalmaz, gün aşırı bu kitapların dönüp dolaştığı ama neden okunması gerektiğine ilişkin içinde bir bilgi kırıntısı dahi içermeyen metinleri okuyup durur internet mecrasında.
Nitelik bir toplum için, topraktaki altın madeni oranı gibidir. Az bulunur, kıymetlidir fakat bir toprağın değerini belirlemekte çoğu zaman yeterli olmaz. Bu tür bir kıymet sisteminin aracı bulunduğu konumdur. Yani toprağı oluşturan diğer elementlerin üstünlüğü karar verir. Nitelikli okur sayısı ne kadar fazla olsa da, Türkiye’de hangi metnin ve yazarın sahneye çıkıp kalacağına, yürüyüp tahta çıkacağına ya da sahneden bir daha oraya çıkmamacasına atılacağına karar veren kalabalığın kararlarıdır. O yüzden ‘Okur böyle istiyor’ sözü haklıdır. Çünkü ortalama okur, ki onlar popüler ne varsa tüketmeye meyillidir, nitelikliyi de bilir ama parasının hoşa gitme açısından tatminini vermeyeceğini düşündüğünden, yani kendine bir edebi zevk oluşturamadığından ondan kaçan kişi, her şeye karar verir.
Ben de bu kez, ortalama okur arkadaşlara yönelik uzak durmaları gereken bir ‘oku-ma’ listesi yapmak istedim, ki kıymetli vakitlerini kaybetmesinler:
1- Herman Melville-Moby Dick: “758 sayfalık bu roman, bir grup denizcinin okyanusların fatihi olan efsanevi bir beyaz balinayı yani Moby Dick’i yakalama serüvenlerini anlatıyor. Her anı sürükleyici yani verilen paranın tam karşılığını hak eden roman olmanın aksine, daha çok bir balina ansiklopedisi-sözlüğü tadındaki roman kehanet, hırs, intikam gibi kavram ve duygularla sarıldığı metni bir alt metin cehennemine çeviriyor. Uzun uzun okuma vakitleri alacak ve üzerinde düşündürtecek nitelikleri nedeniyle kesinlikle uzak durulmalı. Hem zaten Melville romanını yazdığında ve hayattayken kimse onun bu metinle ilgilenmemişti. Yaşarken çok satanlar listesine dahi girememiş bu başarısız size ne katabilir ki?”
2- Laurence Sterne-Tristram Shandy: “Bir papaz olan Sterne’nin kendini Tanrı’ya adamak varken edebiyata bulaşarak yıllar içinde kaleme aldığı bu yapıt, siz kulak asmayın ama Avrupa edebiyatı tarafından modern romanın atası kabul edilir. Ki bir modern romanın da başlangıç-gelişme ve sonuç diye sıralı şekilde gitmesi, hele ki kolay okunması beklenemez tabi ki. Bu mevzudaki en önemli kazıklardan birini atan Sterne, baş karakteri Tristram’ın peydahlanışından önceki döneme başlayarak yaptığı anlatısıyla ve bazen çizimlerle ilerleyen hikaye boyunca yani 664 sayfada ancak vakit çalar. Daha işimiz yok da senin anlatı ve kurgu biçimlerin üzerine düşünerek, dünya edebiyatında kimleri etkilediğini düşünecektik. Haydi güle güle.”
3- Yaşar Kemal-Yer Demir Gök Bakır: “1940’ların Çukurovası’nda pamuk işçiliğinden başka geçim kaynağı olmayan köylülerin zorunlu göçünü Dağın Öteki Yüzü adlı üçlemesinde anlatan Yaşar Kemal, tutup bu romanda Adana kışını ele alır. Üstelik Anadolu’nun ermişlik mit’i üzerinden de bir köydeki olayları anlatır. 383 sayfa boyunca duru anlatım, yalın hikayelemenin yanında derin anlamlar yüklenen roman okurun oturup Ölmez Otu ve Ortadirek adlı üçlemenin diğer romanlarını da okumasını zorunlu kıldığından bir defa baştan angarya sayılır. Sonra şahsen benim iddiam olsa da Hollywood’da Pulp Fiction filmindeki çantanın içinden çıkan ışık metaforuna da ilham vermesi nedeniyle bir de araya film izleme mecburiyeti koyar ki, hiç çekilecek dert değil. Hele hele Türk edebiyatının roman nedir sorusuna karakter yaratımı, roman iklimi, heyecan ve kurgu gibi çok başlıklı cevap veren tek yapıtı olması da, yine roman üzerinde düşünmeyi zorunlu kılar ki… Siz anladınız onu…”
4- Yukio Mişima-Denizi Yitiren Denizci: “Bir sen eksiktin romanı daha. Henüz Avrupa’nın cici çok popüler romanlarını bitirmeden ta Japonya’daki hikayeye uzanmak da tam istediğimiz şeydi zaten. Parçalanmış aile metaforuyla da bizi hap şekilde bu tür dramları alabildiğimiz Türk dizilerini izlemekten alı koyacak roman, derinlik, yalınlık ve roman iklimi oluşturmadaki cazibesiyle bile hiç elini uzatacağın cinsten değil. Üstelik biz roman yazmayı bir Japon’dan öğrenecek de değiliz. Hele hele bir başka deniz romanını, değişen aile ilişkilerini bir çocuğun gözünden anlamaya katlanmamızı niye bekliyorlar anlamış değilim. 156 sayfa olman da, kolay okunman da, bizi çekmiyor. Büyük Öğretici Yazar denilmiş sana Mişima, denilmemiş o da umurumuzda değil. Sen iyisi mi ülkende kalmaya devam et.”
5- Carlos Fuentes-Artemio Cruz’un Ölümü: “Meksika’ya uzanıp ülkenin siyasi tarihini sondan başa doğru bir kurguyla okumaya da çok meraklıydık zaten. Hele ki bu kurgusal özelliğin dünyada en iyi kullanıldığı romanı kafamızda onlarca soruya yol açsın diye hatmetmek tam da bize göreydi. Dünyanın en nitelikli yazarlarından olduğu söylenip dursa da Fuentes’in okurun dikkatini daima üzerinde isteyen bu yapıtını okurken, Meksika ile Türkiye’nin birbirine ne değin benzediğinden dem vurmaya ayıracak enerjisi olan varsa buyursun 308 sayfalık bu romanı okusun. Ama uyarmadı demeyin: Fuentes okumanın en belirgin yan etkisi, kendinizi yazmak zorunda hissetmeniz ve popüler edebiyattan aldığınız zevki duymaz hale gelmenizdir.”
Erdinç Akkoyunlu – edebiyathaber.net