“Postmodern birey ise parçalanmış bireydir. İnsanlık tarihinin bilinen hiçbir döneminde zaman bu derece muğlâklaşmamıştı.”
Zygmunt Bauman
“Nitekim zaman nedir?” diye sorar Augustinus İtiraflar’da. Geçmiş, şimdi ve gelecek hakkında akıl yürütür ve sonra Tanrı’ya seslenir: “Eğer, gelecek ve geçmiş varsa, nerede onlar?” Ve ekler, “zaman nedir diye sorarsanız bilmiyorum, sormazsanız biliyorum.”
Zaman nedir diye sormaz Herzog. Onun içsel yüzünü gösterir bize. Zamanı önemsiz kılarak varoluş mücadelesini sürdürür. Herzog kim mi? Moses Herzog o: Orta yaşını aşmış, iki kez boşanmış, iki eşinden birer çocuğu olmuş bir baba. Özel çalışmaları olan bir profesör. Tamamlanmamış bir proje. Her şeyden önce Saul Bellow’un roman karakteri. Bir anti kahraman.
Saul Bellow romanda geçmiş ile şimdiyi birleştirmiş, geleceği yok saymış. Çünkü çizgisel akmayan zaman, Herzog’un zihninde bir ve bütün. Bu bütünlük Herzog’un parçalanmışlığı demek. Hikâye, bildiğimiz anlamda geri dönüşlerle de değil, zamanı silikleştirerek aktarılıyor bu yüzden. Herzog canının istediğini, anımsadığını, hissettiğini, düşündüğünü, yaşadığını anlatıyor.
Baştan bir nedensellik koyar yazar önümüze. Anlatıcı karakter Herzog sağlığını yitirmiş biridir. Romanın ilk cümlesinde bize bunu söyleyen Herzog, kişi olarak gerçekten baş döndürücü. Belli bir olay akışı yok hikâyesinde. Alışık olduğumuz şekilde mekânlar da yok. Bazı bölümlerde mekân belirginleşiyor ve bize “şimdi”yi işaret ediyor gibi duruyor. Fakat buna emin olamıyoruz. Bu yüzden Herzog’un zihnine yerleşiyor, zamanı ölçmekten vazgeçiyoruz.
Saul Bellow yirminci yüzyıl yazarlarının çoğu gibi modernizmle, parçalanmışlıkla ve anlam kaybıyla hesaplaşıyor. Herzog yoluyla metnin kendisini hasta kılıyor. Modernitenin gelecek ve ilerleme vaatlerini söndürüyor. Yok olan anlamı arıyor Herzog. Sevgisiz, dağılmış, tutunamayan Herzog. Bu yüzden bilinçakışı da diyemeyeceğimiz özgün bir biçim yaratıyor Bellow. Yer yer sahne ve diyaloglara rastlıyoruz, her birini şimdi’de geçiyormuş gibi okuyoruz. Fakat ilgili pasaj başka bir pasaja ya da mektuba kendini bıraktığında zamandan kopuyoruz. Herzog’a odaklanıyoruz. Bellow karakterini merkeze alarak biçimini kurmuş diyebiliriz.
Herzog, her şeyi anlamaktan, ince düşünmekten, hiçbir şeye inanamamaktan dolayı hasta. “Kendimi haklı çıkaramıyorum,” diyor daha romanın başlarında. Sonra da ekliyor: “Hayatım, o uzun hastalık değil, hayatım o uzun nekahat dönemi. Liberal-burjuva revizyonu, ilerleme yanılsaması, umut zehri.” Kısacası Herzog herkesi temsil ediyor ve her şeyden önce iyileşmek istiyor. Oysa herkes ona nasihat veriyor. Doğrunun ne olduğunu unutturuyorlar Herzog’a. Kim olduğu, gerçekte kendisinin ne istediğini de. Mektuplara sarılıyor. Spinoza, Nietzsche, Kierkegaard, Heidegger, Hegel de dâhil pek çok ünlü, ölü, diri kişiye mektup yazıyor. Nasihatleri, itirafları, diyalogları ve mektupları bir araya getirdiğimizde Herzog’lar çıkıyor ortaya. Ondan tiksinmiyoruz, ona kızmıyoruz, belki acıyoruz ama onu söylemde anlıyoruz. Çünkü içimizde bir parçayı yakalıyor Herzog. Okurken dört yana dağılmış Herzog’ları toplayarak bütünlüklü bir kişi elde etmeye çalışıyoruz. Böylece Bellow’un başta koyduğu nedensellik eriyor. Neden aramayı çoktan bırakmış olduğumuzu, acaba ne olacak duygusuyla değil, Herzog kendine gelecek mi merakıyla romanı okuduğumuzu fark ediyoruz.
Herzog mektuplarını göndermiyor. O mektuplar çağa ilişkin tespitler içeriyor. İtalik harflerle kendini anlatan mektuplar dışındaki bölümlerdeyse aktarılanlar gerçek olaylar mı, Herzog’un kurguları mı, bunu da tam bilmiyoruz. Aslında gerçek olup olmamasının da bir önemi yok. Çünkü zamanın ve mekânın, olayların diziliminin, kronolojinin, hiçbirinin önemi yok. Hiç böyle bir belirliliğe ihtiyaç duymuyoruz.
Modernitenin ilerleme adıyla zamana güzellemeler dizdiğini biliyoruz. Fakat romanda aksine geçmiş şimdiye yapışmış. Söylemle kurulan uygarlık yalancı. Felsefe de bundan nasibini almış. Hakikat kaybedilmiş, Tanrı ölmüş ve birey bütünlüğünü kaybetmiş. Çünkü insan, insan oluşa inanmamakta. Nasıl ki saate bakıp şimdiye ilişkin bir sayı söylediğimizde “şimdi”yi tanımlamış olmuyorsak, var olanı görüp varlıktan da bahsedemiyoruz. Bize an’ın hem çok kıymetli hem de bir o kadar önemsiz olduğunu iç içe anlatıyor Herzog. Eğer böyleyse, yani “an”ın kıymetiyle önemsizliği yan yanaysa, bu bize sadece bir bilgi verir: Parçalanmışlığı. Kendi gerçekliğini başka gerçekliklerle buluşturmaya çalışan insanı. Eğer zamanın önemli önemsizliğini, mekânın zaman içinde erimemek için direnmesini, bireyin sağlığına kavuşma yollarını roman yoluyla yazmak isteseydik, üstelik bunu Batı modernizmini eleştirerek ortaya koymak gibi bir derdimiz olsaydı, Herzog’dan başkası yazılamazdı.
“İçimde biri var. Onun kontrolü altındayım. Onun hakkında konuştuğumda kafamın içinde olduğunu hissediyorum, düzeni sağlamak için beni yumrukluyor. Beni mahvedecek.”
Moses, Musa demek. Moses’ın son boşandığı eşi Madeleine ise dindar bir Hıristiyan. Zihninde ve yaşamında sürekli savaştığı, aşamadığı, aşamadıkça hastalanmasına yol açan kadın Madeleine. Tutarlı biri o. Bunu Herzog’un anlattıklarından anlıyoruz. Onu tutan bir inanç var ve bu inanç Herzog’da mevcut değil. İlerleme projesinin başarısızlığının nedeni olarak da kendini görüyor Herzog. Eğer Madeleine ona hakaret ettiğinde başını eğmek yerine tokat atsaydı, proje başarılı olacaktı. Kendisi de sağlığına kavuşacaktı. Bu kısmı basit bir kadın erkek ilişkisi gibi okuyamayacağımız açık. Herzog da Madeleine de bir şeyi teslim ediyor. Madeleine, uygarlığın söylemine rağmen inancına sarılarak bütünlüğünü korumaya çalışıyor, dolayısıyla Herzog’da simgeleşen moderni küçümsüyor. Herzog’un bazı pasajlarda Madeleine etkisinde kaldığını ama tam anlamıyla kendini veremediğini anlıyoruz. Roman üzerine yazılmış pek çok yazıda Hıristiyanlık ve modernlik özelinde analizlere rastlıyoruz. Elbette bu kutuplaşma seziliyor. Hatta Herzog Yahudilikle de bağdaştırılmış. Ama evrensel bir okuma yaptığımızda, felsefeyle ve bilimle hesaplaşan Herzog çıkıyor karşımıza. Üstelik tüm zorluklara rağmen dini seçmiyor.
“Hayat düşmanları görevlerinden çekilsinler. Herkes kendi yüreğini sorgulasın.”
Herzog’un felsefesi bu. Kendini sorgulamak. Örneğin, Nietzsche’ye İsa konusunda katılmıyor. Madeleine ekseninde dindarla ne kastedildiğini anlamıyor. Çok düşünenlerin bir şey yapmadığını, hiç düşünmeyenlerin her şeyi yaptığını söylüyor.
“Ben Herzog’um. Ben o adam olmak zorundayım. Bunu yapacak başka kimse yok.”
Doğmuş olmanın sakıncalarını bir kenara bırakıp kendi olmaya çabalıyor. Kararlı görünse de, zihnindeki sesleri, herkesçe dile getirilen doğruları birleştiremiyor. Çünkü karanlıkta yaşıyor.
“Bizler bu çağın felaketleriyiz, dolayısıyla ilerlemeye dair teoriler bize uymuyor…”
Ailesini seviyor Herzog. Kardeşlerini. Çünkü güven içinde hissetmek istiyor. Bu durumu kabile yaşamına benzetiyor. İlkellikle de böyle bir bağ kuruyor.
“Bir insanın istikrarlı olmasının ilk şartı bu kişinin var olmayı gerçekten arzu etmesidir. Spinoza öyle söylüyor,” diyor.
“Şu ruh denen şey feci bir engel… Bende o şeyden hâlâ olup olmadığını bilmiyorum.”
Heidegger’e mektup yazıyor, “İnsanın gündelik ya da sıradan olana ikinci düşüşünü gören tarihsel bakış açısının modern biçiminden bıktığını” söylüyor ve ekliyor, “hiçbir filozof sıradanın ne demek olduğunu bilmiyor.”
Herzog gerçekliğin katmanlarının da farkında. Daha önce de belirtildiği gibi uygarlığın ilerlemesi Moses Herzog’a bağlı. Madeleine ona kötü davranarak büyük projeye zarar verdi.
Kierkegaard’a yakın Herzog. İnsanın olduğu şey olmayı reddetmesini anlamıyor.
Kierkegaard’ın şu sözüyle hakikate hasret olduğunu söylüyor:
“Biz uygar yaratıklar ne zaman gerçekten ciddi olacağız.”
Ebedi acıları gerçek kılması gereken cehennem, insana bir şey öğretmiyor, diyor yine Kierkegaard’a sarılarak. Herzog’a göre acının gerçekliğini hissetmek için kötülüğü tecrübe edip onu iyiliğe dönüştürme fırsatı vermeli cehennem.
Herzog’un Ramona’yla yaşadığı ilişki de romanın başka bir yerinde duruyor. Ramona, Madeleine’ın tersine onu olduğu gibi kabul eden, seven biri. Herzog Ramona’nın koşulsuzluğuna hesapçı duygularla yaklaşıyor. Herzog akılcılıktan çıkıp yüreğine ulaşamıyor. Sürekli sorguluyor yalnız kalmak isterken Ramona’yı reddetmeyişini.
İçindeki bir şeye hizmet ettiğini düşünüyor sevişmenin. Başlarda anlamaya çalıştığımız, sempati duyduğumuz çağın Musa’sı Herzog sıkmaya başlıyor. Her şeyi kategorize eden adam olmaktan kurtulamıyor. Yüreğinin yerini bulamıyor.
Sonunda kimseye verecek mesajı da kalmıyor. Tek bir kelime bile. Sözün tükendiği yerde bitiyor roman.
Oysa başta ne demişti Herzog:
“Dışarı çıkmamam lazım, yapacak çok işim var, yazacak bir sürü mektup.”
Arzu Eylem – edebiyathaber.net (10 Ağustos 2017)