Sanırım, kötülüğün ve şiddetin görselleşerek çıplaklaştığı günlerin içinden geçerken, bitimsiz bir tartışmayı sürdüreceğiz: Yıkımın dolayısıyla acının dili var mı? Ya da edebiyatta tanıklık mümkün mü? Yazmazsak delirir miyiz? Yazarsak acıya ihanet mi ederiz? Hölderlin, yıkım zamanında şairler ne işe yarar, diye sormuş. Çünkü yıkım karşısında dil çoğu zaman çaresiz. Yıkım teselliye imkân tanımıyor. Metin, sesini yükseltmek isterken, yazar belki de acı karşısında kalbini kalın bir kitabın arasında kurutuyor. Yine de durmak mümkün olmuyor. Acı sanatla kavgalı olsa da sanattan başka çaresi de yok…
Herkes acı çekerse, acı muhteşem bir denge yaratır, demiş Nichanian, Edebiyat ve Felaket adlı kitabında. Şimdilerde acı coğrafyanın adı. Felaketlerin gölgesinde hepimiz eşitiz. Yazarsa tanıklığıyla başa çıkmaya çalışan kişi. Hem eşit hem değil sanki. Çünkü o yasını sessizlikle buluşturmayı başaramayacak, yazdıklarıyla yas tutacak, gerçeklikle sınanacak sürekli.
Tragedyalar üzerine düşünen Aristo Poetika’sında olanı yazma konusunda bir sınır çizer. Olanı anlatma/yazma işi tarihçinindir, der. Oysa ozan, olanı değil, olabilecekleri kaleme alır. Kurmacaya ilişkin belki de ilk kuramsal cümleyi kurmuş olur böylece. Modern edebiyatta tarihçi ve ozan ayrımı bizi biraz sıkıntıya sokar. Nasıl anlatacağımıza ilişkin sorular bizim sorunumuz daha çok. Çünkü anlatılan kurguya dönüştüğünde kendisi olmaktan uzaklaşıyor, tanıklık bir nevi öznel aktarıma dönüşüyor. Gerçekle ilişkisini koparıyor. Çünkü yazar olana kendi gözünü ekleyerek onu gerçekdışı bir yere taşıyan kişi. Gerçekte aklımızın almadığı, kabullenemediğimiz felaketi metin haliyle kabulleniyoruz belki de. Katharsis yani tutkudan arınma hali yaşamıyoruz biz. En fazla öyküde veya romanda acıya sebep olayla karşılaşmayı, deneyimi metne yerleştirerek travmayla yüzleşmeyi ve dolayısıyla iyileşmeyi çağırabiliyoruz. İşte burada dil hançer de olabilir, ihanet de, ilaç da. Melodramsa en son karşılaşmak istediğimiz üslup.
İşimiz zor. Böylesi bir zorluğu vicdani yük ya da sorumluluk olmaktan çıkarıp evrensele dönüştürmeyi başaran yazarlar var neyse ki. Ülkesinin caddelerinde acıyı araştıran Didem Madak’tan el alan Polat Özlüoğlu gibi.
Özlüoğlu’nun ikinci öykü kitabı Hevesi Kirpiğinde yakınlarda yayımlandı. Kitaba yazdığı pek çok şiirden sonra, bir gün çiçekli şiirler yazacağı umuduyla dizelerini akıtan, buna rağmen hayatı boyunca öğrendiği iki harf olduğunu (AH!) söyleyen Madak epigraflarla eşlik ediyor. İlk kitabı Günlerden Kırmızı’daki izleği Hevesi Kirpiğinde de sürdürmüş Polat Özlüoğlu. Günlerden Kırmızı’da “Varla Yok” öyküsünü anmadan geçemeyeceğim. Acıyı nasıl dile getireceğimize, neyi anlatıp neyi anlatamayacağımıza ilişkin önemli bir öykü “Varla Yok.” Hevesi Kirpiğinde de benzer şekilde birkaç öykü aynı ölçüde tanıklığı ve dili mesele etmiş. “Elimi Tuttum”da felaketi gerçek tanık anlatıyor. Gerçek tanık, felaket anında ölen ya da yaşadıklarını dile dökemeyecek denli dilsizleşmiş kişi… Özlüoğlu öyküsünde, Ankara Garı katliamını ölenin dilinden aktarıyor. Son öyküdeyse “Elini Tuttum” diyen babayı. Bu nedenle iki öykü de yaşam coşkusuyla ve sevgiyle başlıyor. Ölüm anını verirken yaşamın değeri, kaybın büyüklüğü hissediliyor. Duyguyu aklın ardına almamızı engelliyor dil. Melodramın önüne geçiyor. Acının dilsizliği çoğu zaman imgesel şiirsel bir anlatıma yaslanıyor. Masalsılaşıyor. Böylece gerçek gerçeküstüleşerek, gerçekliğin alanına yeniden giriyor. Öyküler yas tutmaya son cümlede başlıyor.
Kitaba adını veren “Hevesi Kirpiğinde” öyküsü gerek olay örgüsü, gerek dili, gerek oğlunu arayan babanın ruh halini yansıtması açısından güçlü ve katmanlı bir öykü. Kitabın en iyi öyküsü. “Bin Başlı Canavar”sa çoğu yerde gücünü anlatmamaktan, suskunluktan almış. Masal, tekerlemeye dönüşen şiirsellik öyküde yadırganmıyor. Anlatıcının çocuk olması yaşananları gerçeküstüleştiriyor.
Şiirsellik öyküde, özellikle yıkımı konu alan öyküde ağdalı, yapay bir anlatım yaratabilecekken, Polat Özlüoğlu bahsi geçen öykülerinde imkânsızın dilini kuruyor ve dilin olanaklarına ilişkin düşünmemizi sağlıyor. Felaketi aktarma konusunda yeni bir tartışma alanı sunuyor.
Özlüoğlu, başarısını aldığı yerden tuzağa da düşüyor. Öykülerin çoğu birinci tekil ağızdan anlatılmış. Anlatıcıyla özdeşleşme, duygudaşlık kurma açısından kolaylık sağlayan bu seçimin riskli bir yanı var maalesef. Karakterler değişse de anlatıcı sesinin değişmemesi en sık karşılaşılan durum. Özellikle “Boş Sayfa”, “Hangi Kevser”, “Noel Baba Gelir Mi?” öykülerinde konu değişse de anlatıcılar benzer. Oysa üçüncü tekil anlatımda daha başarılı yazar. Örneğin “Ölü Serçeler” öyküsü… “Hevesi Kirpiğinde” öyküsü… Ve hatta sen anlatıcıyla ben anlatıcının iç içe geçtiği “Ah Sen.”
Çünkü Polat Özlüoğlu, yazının başında bahsettiğim gibi, ustaca bir tavırla gazeteci ya da tarihçi rolünden sıyrılıp, tanıklığını edebi alana taşımayı, hatta öyküyü bu bilgiyle nasıl kurduğunun ipuçlarını metnine gizlemeyi başarmış bir yazar. Dolayısıyla sesteki benzeşme zor bir işin içinden çıkabilmiş, acıyı melodrama dönüştürmeden, okuyanı sarsacak ama düşünmekten alıkoymayacak şekilde anlatabilen bir yazarda kendini hemen ele veriyor. Öykücülüğümüzde çok önemli bir yeri doldurdu Polat Özlüoğlu. Tekrarlamam gerekirse, ısmarlama yazılan tanıklık hikâyelerinden uzak bir yerde durarak, yıkımın içinden geçerek, acıyı hem bizim hem de başkasının kılarak aktarmış öykülerini. Bu anlamda okuyanda yüzleşme yaratıyor. Şiirden güç alırsak insan kalan yerlerimizi ağrıtıyor. Diğer yandan, bunu ölüme anlam yüklemeden yapıyor ki, bu en önemlisi. Varsayılan tanıklığı tanımlıyor. Yıkımın yüreğine varıyor. Okuyan, yazan ve yaşayanı eşit kılıyor. Tanıklığın utancını hatırlatıyor.
Polat Özlüoğlu yıkımı anlatmayı sürdürecek mi bilmiyorum ama yazacaklarını merak ediyorum. Yazıyı yasa batıran kalemi, belki bir gün hayallerimizi ve umutlarımızı da söze döker, kim bilir?
Arzu Eylem – edebiyathaber.net (11 Ekim 2017)