Suzan Samancı edebiyata şiirle başlayan, öyküyle ilgi çeken ve romanla yol alan bir yazar. Doğup büyüdüğü coğrafyanın kendine özgü koşullarını kaba gerçekçilik sığlığına düşmeden aktarabildiği için nitelikli okurların saygı duyduğu yazınsal birikimi var. Dolayısıyla yapıtları üzerine eğilenler, inceleyenler, görüş bildirenler olmadı değil, oldu. Ancak popüler kültürün egemen olduğu bir atmosferde hak ettiği ilgiyi devşirdiğini söylemek de zor. Tufan Erbarıştıran da benzer bir kaygıyı paylaşıyor olmalı ki son kitabında Suzan Samancı’nın öykülerine eğilerek yazarın edebiyat dünyasındaki yerini belirleyen saptamalar zinciriyle baş başa bırakıyor bizi. Dorlion Yayınları tarafından yayımlanan kitap, “Suzan Samancı’nın Öyküleri Üzerine Bir Deneme” başlığını taşıyor.
Erbarıştıran kitabın giriş bölümünde, Suzan Samancı’nın öyküleri üzerinde çalışmasının nedenini açıklarken yazarın “aydın” kimliğine birçok kez vurgu yapıyor ve bu vurguyu ilerleyen bölümlerde “aydın/yazar” terimiyle karşılamayı yeğliyor. Erbarıştıran’ın “aydın/yazar” tanımlaması şöyle: “…kendi ülkesinde siyasal ve toplumsal olaylara karşı duyarlılığını yazılarıyla besleyen, ‘taşın altına elini sokabilme’ cesaretini gösteren, ön yargılı kitap eleştirmenlerinin haksız tavırlarına karşı ayakta durmayı bilen, geri adım atmayan, korkmayan, yazmaya aralıksız devam eden, edebiyatta kendini sürekli yenileyen biridir.” (s. 144-145). Bu kapsamlı tanımlamadan yola çıktığı anlaşılan Tufan Erbarıştıran, kitabın son bölümlerinde oldukça iddialı bir sav ortaya atıyor ve Suzan Samancı’nın bu tanıma uyan tek kadın yazar olduğunu öne sürüyor. Güneydoğu’da 35 yıldır yaşanmakta olan çatışmaların ortasında yaşayan bir yazarın hiçbir ticari kazanç, ün ya da popülerlik kaygısı taşımadan yalnızca sanatçı duyarlılığıyla hareket etmesini ve acılı insanların öykülerini yazmış olmasını etkileyici bulduğunu, kitabın yazılış amacının da bu olduğunu belirtiyor.
Sırası gelmişken Samancı’nın doğup büyüdüğü coğrafyaya kısaca değinmekte yarar var: Erbarıştıran’ın da ısrarla vurguladığı gibi ülkemizin Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde yaşanan acılar, siyasal çelişkiler, gelir düzeyi dengesizliği, dinsel yapı gibi etkenler, ister istemez Samancı’nın kitaplarının yapı taşlarını oluşturuyor. Yazarın başarısı da burada zaten. Bütün bu çalkantıları ve yöreye özgü yazınsal eşikleri, herhangi bir savrukluğa sürüklenmeden ve estetik düzeyi düşürmeden edebiyat metnine dönüştürebilen bir yazardan söz ediyoruz. Kuşkusuz ki edebiyat yapıtlarını yalnızca coğrafya üzerinden irdelemek doğru bir yaklaşım değil. Doğa betimlemeleri, yöreye özgü insan karakterleri, gelenekler gibi öğelerin yanı sıra yazarın kurduğu dil ve anlatım evreni, son derece önemli. Erbarıştıran bu evreni incelerken Suzan Samancı’nın öykülerine gizlice serpiştirdiğini düşündüğü dört “ayrıcalığa” özellikle değiniyor. Bu ayrıcalıkları da renk-ses-koku ve korku imgeleri olarak adlandırıyor.
Her bir başlığa ayrı bölümler açarak Samancı’nın yapıtlarından seçtiği cümleler yardımıyla akılda kalıcı açıklamalar yapıyor ve düşüncelerini temellendiriyor. “Köy pembe bir loşluk içindeydi,” cümlesiye renk duyarlılığına, “Ekşi peynir, tezek kokan minibüs uzaklaştı,” cümlesiyle koku duyarlılığına, “Her gece ayak seslerini dinlemek ne ürkütücü. Çekirge çıtırtıları, ağustos böceklerinin sesleri bile dinmişti,” cümleleriyle ses duyarlılığına, “Gece ilerliyor, ağır bir korku dalgası sıcak havayı yiyip bitiriyordu,” cümlesiyle de korku duyarlılığına örnekler veriyor. Bu örnekler ya da Samancı’nın yapıtlarından yapılan diğer alıntıların koyu harflerle yapılmış olması, benzer kitaplarda sıkça rastlanılan göz yorgunluğunun önüne geçtiği için yayınevini de ayrıca kutlamak gerek.
Kitabın son bölümlerinde Suzan Samancı’nın “Suskunun Gölgesinde” adlı kitabında yer alan “Errrık Adam” adlı öyküsüne yer veren Erbarıştıran, “kurgu ve anlatım olarak son yılların en başarılı örneklerinden biri” olarak nitelendirdiği bu öyküde yazarın yarattığı “tip”i öykü dünyasına armağan edilmiş, kalıcı, üzerinde çok düşünülecek, kolayca tüketilemeyecek, başka öykü ve romanlarda yeniden ele alınabilecek başlı başına bir olay olarak belirginleştiriyor ve neden böyle düşündüğünü ise Güneydoğu’da yıllardır süren savaş ortamında bilinç kaymasına ya da bilinç yitimine uğrayan insanları başarıyla temsil etmesi üzerinden açıklıyor.
Öykü ve romanda örtük iletilerin son derece önemli olduğunu düşünen Erbarıştıran, “Bir yazarın temel ödevlerinden/kaygılarından bir tanesi de bölgesel tarihi yapı içinde yer alan değerleri toplumsal konumda doğru oturtarak ‘örme’ye yönelmesidir,” diyerek edebiyat yapıtlarından beklentisini ortaya koyuyor ve bu beklentiyi karşıladığını düşündüğü bir öykü aracılığıyla Samancı’nın yazınsal tavrına olan ilgisini belli bir düzleme oturtuyor. Bu ilgisine kaynak olarak da yazarın toplumsal olaylara kayıtsız kalmayıp “Hey! Buradayım!” diyebilen bir cesaretin simgesi olmasının altını çiziyor.
“Suzan Samancı’nın Öyküleri Üzerine Bir Deneme”nin en kayda değer yanlarından birisi de bu tür kitaplarda görmeye pek de alışık olmadığımız “eleştiriler/öneriler” bölümü. Bu bölümde Erbarıştıran’ın olanca içtenliğiyle Samancı’dan bazı dilekleri yer alıyor: Bundan sonraki öykülerini daha geniş coğrafyalara ve zaman dilimlerine yayması, yerel kültürü evrensel değerlere taşıması, iç mekânları daha fazla kullanması, işçi-sendika konularına değinmesi… Eleştiriden çok, sevilen ve ilgiyle izlenilen bir yazardan ricalar desek daha doğru aslında. Suzan Samancı’nın bu ricaların üstesinden kolayca gelebilecek yeteneği olduğu herkes tarafından paylaşıldığına göre gerisi zamana ve yazarın imgelem dünyasına kalıyor. Bize de sabırla beklemek düşüyor.
Okurların vakti olur, olmalıdır.
edebiyathaber.net (8 Mayıs 2019)