Edebiyat neden var? Neden okuyoruz, neden yazıyoruz? Yaşama dair itirazlarımızı dile getirmek için olabilir mi? Gerçek anlamda edebiyattan söz ediyorsak, evet öyle! Yazdıklarımın edebi metinler olup olmadığına okuyanlar karar versin ama ben de bunun için yazıyorum. Köhnemiş, kokuşmuş sistemin çarpıklığının, acımasızlığının içerisinden bir tutam güzellik filizlensin diye yazıyorum.
Okumalarımı da bu doğrultuda yapmaya çalışıyorum. Son olarak Fernando Pessoa ile “Başıboş Bir Yolculuk”a çıktım. Böylesi bir nevrotikle yaptığım yolculuk bir nevi boşluğa düşürdü beni.
Portekizli olan şair, yazar, düşünür ve edebiyat eleştirmeni Pessoa, 1888 yılında Lizbon’da doğmuş. 20. Yüzyılın en önemli edebiyatçılarından ve Portekiz modernizminin öncülerinden olarak kabul ediliyor. Yazın hayatı boyunca çeşitli edebiyat akımları yaratmış olan Pessoa, değişik isimler kullanarak şiirden makaleye, polisiye romandan tiyatro oyununa, politik yazılardan felsefe metinlerine dek çok geniş bir yelpazede eserler vermiştir. Sağlığında yayımlanan tek eseri Portekizce olarak basılan “Mensagem”dir.
Değişik isimlerle yazmıştır desek de aslında her biri değişik birer karakterdir. İsim olmaktan öte, birer varlıktır her biri. Örneğin Alberto Caeiro 1889’da Lizbon’da doğmuş ama ömrü boyunca böyle yaşamış ve 1915’te ölmüş, eğitimi ve işi olmayan biriymiş. Modern yaşamın karmaşıklığına karşı doğanın yalınlığını savunan geleneksel görüşleri dile getirmiştir. Panteist tutumuyla şiirlerinde somut olgulara yer vermiştir. Bir diğeri Ricardo Reis. Doktordur. 1887’de Oporto’da doğmuş, Cizvit eğitimi görmüş, Latince öğrenmiş, tıp öğreniminden sonra 1919’da kralcı olduğu için Portekiz’i terk ederek Brezilya’ya yerleşmiştir. Şiirlerinde paganizmi bir ahlak öğretisi olarak savunmuştur. Bir diğer kişilik Bernardo Soares ise Pessoa’nın başyapıtı sayılan düzyazı metni Huzursuzluğun Kitabı’nın yazarıdır. Ve daha niceleri vardır böyle. Sağlıklı bir insanın yapacağı türden işler değil bunlar, diye düşünüyorum.
Kendisini başka başka dünyalara inandırmış Pessoa. Yarattığı kişiliklere bürünürken bulunduğu boyutu da değiştirmiş zannımca. “Bu dünyaya benzeyen ama başka sakinlerin mesken tuttuğu bir dünyayı kendi etrafımda yaratma yönündeki eğilimin hayalimden asla eksik olmadı.” diyerek bunu da göstermiş aslında.
Pessoa, daha kitabın başında “bütün sanatlar gibi edebiyat da hayatın yetmediğinin itirafıdır” demiş ve günümüz şairlerine de 100 yıl öncesinden selamını çakmıştır: “Şair, elinden gelenin ötesine uzanan kişidir daima.” “Üstün şair gerçekten hissettiğini söyler, vasat şair hissetmeye karar verdiği şeyi, alt düzey şair ise hissetmesi gerektiğine inandığı şeyi söyler.” Günümüz şairlerinin çerçeve içine aldırarak duvarlarına asmaları gereken yol göstericilerdir bunlar.
Umutsuzluk, düş kırıklığı, bohem… Pessoa’da gördüklerim. Ölüme mi yakın yoksa yaşama mı, çözemedim. Ama şunu net bir şekilde ifade edebilirim ki mutlu bir insan değilmiş. Olsaydı farklı kişiliklere de bürünmezdi zaten. Acaba mutluluğun peşinden giderken mi yarattı tüm o karakterleri.
“Gölgesinden başka bir şey olmadığımı hissediyorum/ Beni ürküten o görünmeyen siluetin.”
“Bu son aylar geçsin diye geçirdim bu son ayları. Öfke kırıklarının üzerinde bir sıkıntı duvarı; başka bir şey yok.”
Pessoa yerleşik düzene itirazı olan bir yazar. Din olgusundan günlük yaşam rutinlerine kadar her olguya itirazı var. Birçok kişiliğe bürünmüş olması üzerine herkes mi olmak istemiş yoksa hiç kimse mi diye düşünürken “Pessoa”nın “hiçkimse”ye karşılık geldiğini öğreniyorum ve kafamdaki sorular dağılıyor!
“Ben ölürsem kimse beni özlemez/ Dünden beri şehir değişti/ demez kimse.”
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (23 Ocak 2015)