Esra’ya, ebedi ve edebî yolculuğumuza.
Bu duygu, bazen, acı veren bir durum/duruş olarak çıkar karşıma.
Haftanın altı günü, neredeyse günde 6-7 saat ders veren, konuşan, anlatan biri olarak birçok karşılaşma yaşarım.
Günümün çoğunlukla her ânını dolduran bu karşılaşmalar farklı yerlerde/zamanlarda, insanlarda, kitaplarda, izlediğim filmlerdeki duygu/düşünce durumlarıyla çıkarlar karşıma.
Tüm bunların üzerine bir de meraklı biri oluşunuzu ekleyin…
Duygu durumlarından düşünce atlaslarına uzanan bir dolu gel-gitlerin içinde geçer yaşantım.
Öğreten olmak, aynı zamanda sizi iyi bir öğrenen de kılar. Bu doğasındadır yaptığınız uğraşın.
Geçen gün, Yaşamın Kıyısında (Manchester By the Sea) filmini izlerken, orada karşılaştığım duygular beni bir ânda birçok ruh durumuna kilitledi. Aldığım notlara da dönüp bir süre bakamadım. Ama filmi birçok kişiye önerdim. Filme dair ayrıca yazacağım için burada değinmiyorum içeriğine.
Öncesinde Pastoral Amerika’yı izlemiştim. Orada da hayatın farklı bir kıyısında karşılaşmalar/kırılmalar yaşanmaktaydı. 1960’ların Amerikası’na “derin”/ “politik” bir bakış, ama bir aile hikâyesinden yola çıkılarak yapılıyordu.
Yaşamın Kıyısında’nın odağında da aile vardı.
Bunun ardından izlediğim, benim yönetmenlerimden François Ozon’un Frantz filminde de bir dönem/aile/aşk ve savaşın gölgesindeki hayatlara sızan acı vardı, keder ve kaybedişler vardı. Ve bir ailenin kederleriyle yaşama öyküsü vardı.
Sinemanın dokunuşu
Sinemanın insanın yaşamına dokunması, bunu görsellikte göstermesi iç dünyamızı aydınlatan bir olgudur. Orada biz yalnızca resim ve eylem görüp izlemeyiz; bu görselliği biçimleyen/taşıyan bir de öykü vardır. İnsana, onun zamanına ve yaşadığı mekânlara dair.
İşte bizim bütünüyle karşılaşmalara dayalı hayatımız hep bu döngüler içinde geçer.
Bir yere gideriz biriyle karşılaşırız; adı “aşk” olur, “evlilik” olur. Bir çağrı alırız, bakarız ki; hiç karşılaşmadığımız bir duygu veya iş çıkar karşımıza; bazen de ansızın gelen haber bizi “ölüm”le karşılaştırır… Acı çekeriz, çözülürüz, hatta yüzleşiriz de kendimizle. Bir ânda kaçışlarımız, unuttuklarımız, umursamadıklarımız hatırlanır.
Yaralı bir benlik sanrısıyla çıkar gideriz bir yerlere, acımızı sağaltmaktır derdimiz. Karşımıza bir aile çıkar; onların acısı acımız olmaya başlarken; bir başka duygu ipiltisine tutunarak hayatta kalmaya çalışırız.
Bazen, karşınıza çıkan bir imgedir. Sarsalar sizi. Onda değil, aslında içinizdeki karşılaşmalardasınızdır oradan yansıyanlarla. Tutar bunu anlatarak gidersiniz ona. Karşınıza çıkan hissizlik/hiçleşme duvarının alışık olduğunuz malzemelerden örülmüş olması bu karşılaşmanızı şaşırtıcı kılmasa da öfkelendirir sizi.
Bir duygu durumu yaratmak
Sesini buğulaştırarak konuşmak bir duyguyu taşımak değildir elbette. Oysa kederlenmeyi bilmek hissetmektir. Hissetmeyen insan kederlenemez. Hissetmek düşünmektir aynı zamanda, yaşamaktır da.
O ki, sesini bükümleştirerek insanlara kederi ve sevinci anlatmaya çalışıyordur oyunlarıyla… Gelin görün ki, duyguda yaşayamayanın hissetmesi, inandırıcı olması pek de mümkün değildir. Yaşadığınız karşılaşma ne olursa olsun, bunu nasıl adlandırırsanız adlandırın, yavanlık hissizleştirir insanı.
Oysa, hissederek yaşamanın insana/insanlığa ne denli gerekli olduğunu da edebiyatın içinden geçen bakışlarla anlatır dururum yıllardır.
“Küçük Adam” dinle!
Bu kez de, o genç dimağlara bir roman/yazar okuması öncesinde Wilhelm Reich’ın Dinle Küçük Adam’ından söz etmiştim. “Eğer bu kitapla/yazarla hiç karşılaşmadıysanız, şimdi kederlenmelisiniz geç kaldığınıza,” diyerek üstelik.
Amacım bir pencere açmaktı onlara, gidip daha çok pencereler açabilmeleri için.
Kederin dili olmalı
Sonra, onlara, kederin/kederlenmenin iyi bir şey olduğundan da söz ettim; “ en azından duygu durumunuzu test edersiniz orada,” diyerek.
Evet, hiç kederlenmeyen insana üzülürüm ben de.
Keder, bazen, size yaşama ve sevme cesareti verir. Hatta çoğu kez de korkularınızı keşfetme, ruhunuzun gizliliklerindeki sanrılarınızı/travmalarınızı/yaşama sendromlarınızı da ortaya çıkarmaya yarar.
Keder, ne intihara sürükleniş ne melankoli ne de depresyondur. Acının biçimidir, ruhun/duygunun en hassas magmasıdır insandaki.
Oradan kendini geçiren insandaki vicdan duygusuna inanırım. Sadakat ve şefkate de bir o kadar…
Kederlenmeyen insan yavandır, hissizdir.
Ülkesinin gerçeğini göremeyendir, karşısındaki insanın içine bakamayandır. Vandallığın bir kir gibi bulaşmasını umursamayandır, her türlü hoyratlığa “eyvallah” diyendir. Acının hangi sağanaklardan geldiğini bilmeyendir kederlenmeyen insan.
Aslında, kederlenmeyi bilmeyen insan hemen psikoloğa koşandır.
Kitaplara, filmlere, müziklere, doğaya, insan sıcaklığına yüzünü dönmeyen; bilmekten, öğrenmekten, sevmekten ve Aragon’un şu sözünün de hiç yanından geçmeyendir:
“Ölmek daha kolaydır sevmekten
Bundandır işte benim yaşamaya katlanmam
Sevgilim. “ (Çev.: Sait Maden)
Dönüp bunlardan söz ederken, gene “küçük adam”ın kederli yalnızlığına, hayatı/dünyayı algılama biçimine dönmüştük. Şu pasajı okuyordum öğrencilerime:
“Aklım bana şunu söylüyor: ‘Her ne pahasına olursa olsun hakikati söyle.’ İçimdeki küçük adamsa şöyle diyor: ‘Küçük adama gerçek yüzünü göstermek, ona açılmak ve acımasına başvurmak aptallıktır. Küçük adam kendisiyle ilgili hakikati duymak istemiyor ki! Kendisinin olan büyük sorumluluğu üstlenmek istemiyor ki! O, küçük adam olarak kalmak, ya da küçük bir büyük adam olmak istiyor. Zengin olmak, ya da bir parti lideri, bir bölük kumandanı ya da kötülükleri ortadan kaldırma derneğinin sekreteri olmak istiyor küçük adam. İşinin sorumluluklarını yerine getirmek, yiyecek sağlamak, konut yapımı, trafik, eğitim, araştırma, yönetim ya da herhangi bir başka alanda üstüne düşen sorumluluğu üstlenmek istemiyor.” (Çev.: Şemsa Yeğin)
Görüyorsunuz ya, hiç kederlenmeyen “küçük adam”lık da zor!
Evet, daha zoru elbette hissetmemek, hissiz kalmak…
Bunu, yani kederlenmeyi uzun uzun anlattığım bir dostuma da gecenin bir vaktinde şunları yazmıştım:
-Bir konuşmamızda Göçebe Denizin Üstünde ‘ki şiirlerinden söz ettiğimde şunu söylemişti Melih Cevdet Anday: Yahu, ben, aslında duygulu, hassas, kırılgan bir adammışım meğer…Şimdi o şiirlerim üzerine söylediklerinizi düşününce…
Fizik’te karşılaşmalar teorisi vardır. Bu karşılaşmalarda deney sonucunda ortaya çıkar buluş. Ama uranyum da öyledir. Onu da işler kılmak, zenginleştirmek için başka alaşım gerek, yani simyadan geçmesi… İnsan da duygularında öyledir. Duyguların simyası diye bir şey vardır. İşte o ân hamlıktan kurtulur, gerçek duyguya erişiriz. Bakarsınız ki önce duygu sandığınız arzu, alışkanlık bağımlılık ya da tutsaklıkmış. Acıkınca aranan şey değildir sevmek. Tutkuyla sevip bağlanmak bir enerjidir, düştür, düşüncedir. Toplum olarak bu denli hoyrat oluşumuz nereden geliyor sizce? Sevmek kadar kederlenmeyi de bilmemekten, bence!
Ona bunları yazdıktan sonra, Knut Hamsun’un Toprak Yeşerince romanı ile Ingmar Bergman’ın Pazar Çocuğu anlatısına döndüm.
Her ikisinde de gördüğüm duygu durumu anlatıcılığı beni hep sarmalamıştır. Hamsun, başlı başına kederin, yalnızlığın, hiçleşme kıyısındaki insanın iç dünyasının seyrinin anlatıcısıdır.
Bergman ise, sinemadaki anlatımcılığını, yakaladığı o kederin dilini yazıda başka aynalara yansıtır. O da kendi benlik sanrısıdır. Yer yer de öne çıkan çocuk kederidir. Üstelik, her şeyin de oradan nasıl bükümlenerek gelişip geldiğini anlatır bize.
Hamsun’un bu güzelim romanı şöyle başlıyordu:
“Bozkırı aşan, ormana tırmanan şu uzun, upuzun yolu ilk önce kim açtı? İnsan, buraya ilk gelen bir insan. O gelmeden yol falan yoktu. Ondan sonra da şu, bu hayvan, bataklıktaki, fundalıklardaki belli-belirsiz izden geçerek, onu daha derinleştirdi. Bundan sonra da gene bir Lapon yolun kokusunu aldı, ren geyiğini aramak üzere tarladan tarlaya giderken bu yoldan geçti. Bütün o Almenning bölgesini baştan başa aşan yol işte böyle ortaya çıktı. Sahibi olmayan ortaklama bir yol hiç kimsenin toprağı değil.” (Çev.: Vahdet Gültekin)
Bergman ise, o çocuk yalnızlığına dönerek, içteki kederini şöyle dışa vuruyordu anlatısında:
“Baba bir şey söylemez. Anne de susar. Sonra Anne konuşmaya başladığında sesi buz gibi soğuktur. Pu ayaklarının karıncalandığını, midesinin kasıldığını, ağlamak istemediği halde gözyaşlarını tutamadığını hisseder. Anne’nin söylemek istediklerini duymak istemez, fakat yerinden kıpırdayamaz, ayakları ona itaat etmez. Orada durup işitmek zorunda kalır.” (Çev.: Şükran Yücel)
Ve belki de her kederli yalnızlığımızın ucu çocukluğumuza uzanıyor. Oradaki kırılganlıklarımıza, karşılaşmalarımıza. Çünkü duygu dilimiz orada biçimleniyor. Zamanla siz, sanatla/edebiyatla karşılaşırsanız; işte bunu simyadan geçirmeye başlar, yeni bir dili kurar öğrenirsiniz.
Kederin dili de bunlardan yalnızca biridir. Diğer dilleri de anlatmayı elbette sürdüreceğim sevgili okurum.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (28 Mart 2017)