Duyularımız ve gündelik yaşamımızdaki tutumumuzla öğrendiğimiz dünya en iyi bildiğimiz yerdir. Burası gerçekten en iyi algıladığımız dünya mıdır? Ya da bu dünyaya erişmek için sadece görmek yeterli midir? Gözümüzden kaçanlar, görmediklerimiz yok mudur? Benim gördüğüm şeyleri herkes aynı şekilde mi görür? Aynada gördüğüm ben, herkes için aynı görüntüyü mü yansıtır? Bu kadar karmaşıklığa ne gerek var diye düşündüğünüzü hissedebiliyorum. (Bakın gözümün görmediği bir şeyi görebiliyorum.) Descartes bilimin sonuçlarına bakmadan sadece duyularımızla elde ettiğimiz bulgulara ve zihnimize güvenmemiz gerektiğini söylemiştir. Peki, bu bilgi bize öğretilen midir? Nasıl öğreniriz tüm bunları? 20. yüzyılın en önemli olgu bilim filozoflarından biri olan Maurice Merleau-Ponty ise sadece zihne bağlı olmanın doğru olmadığını söylüyor. Ona göre biz görmüyor; düşünüyoruz.
Bir insanın gittiği yerlerden, renklerden, kendisini çevreleyen nesnelerden o insanın zevki, kişiliği dünyaya ve dışardakilere karşı tutumunun okunduğu söylenir ki bunu hepimiz biliriz. Merleau-Ponty bu konuda her bir nesnenin yaşamımıza seslendiğini, onlarla aramızda belirsiz bir ilişkinin olduğunu söylüyor. Baktığımız her şeyde insan tutumlarına ayna tutan bir var olma biçimi bulguladığımızı bu sayede şeylerle aramızda yeni bağlar kurduğumuzu söyleyen filozofa göre; bu bağ saf bir bağ değil, ete tene bürünmüş sınırlı bir varlıkla bilmeceli bir dünya arasındaki ikircikli bağdır. Ayrıca varoluşumuzu duyumsuyorsak bunu başkalarıyla temasa girmiş olduğumuz için duyumsuyoruzdur. “Hem herkes yalnızdır hem de hiç kimse başkalarından vazgeçemez. Bunun nedeni ise başkalarının bizim için gerekli olması değil ancak birlikte mutlu olabildiğimiz içindir.”
Toplumlar kendi kurdukları geleneklerin kabuğunda tıkılıp kalırlarsa, toz olup yok olurlar. Toplumla ve birbirimizle kurduğumuz ilişkiler gerçekte köle efendi ilişkisidir ona göre. Kendimizi şeylerden ayrı saf bir zekâ olarak, şeyleri de her türlü insanca özeliklerden yoksun olarak düşünmenin yanlış olduğunun altını çizer 1948’de radyoda okuduğu metinlerinde. (“Fransız Kültür Saati” adlı program için kaydedilen sohbetlerden oluşan metinlerden bahsediyorum.) Bilincimiz nesneyi tanımaya başladığında nesne var olur ve bu yüzden bilinçten yoksun bir yaşam olamaz. “Bedenimizin olmayanı gördürtme gücü yoktur, sadece onu gördüğümüze inandırtabilir bizi.” Saf zihinlerden oluşan bir topluluk olarak övünmeyelim artık diye seslenir Ponty. “İyi niyetimizi mazeret göstermeyelim. İyi niyetli davranışların bir kere elimizden çıktıktan sonra ne hale geldiğini görelim.” Kendimize dışarıdan bakmak öz eleştiri yapmaktır aslında. Belki de bunu öğrenemediğimiz için sürekli aynı hataların etrafında dönüp duruyoruz. Kendimize yukarıdan bakıp acımasızca yargı vermek yerine aşağılardan bakıp kendimizi yargılamanın zamanının çoktan geldiğini söyleyen filozof, bu konuda Kafka’nın Dönüşüm hikâyesine de gönderme yapar. “Adamın biri böceğe dönüşüp, aileye böceğin gözünden bakar…” Algılanan Dünya‘nın dilidir sanat. Kafka gibi, insanın yaşamının hep tehdit altında olduğunu anımsatması, ona ayna tutmasını ister bu yüzden sanattan.
Geçmişin kırıntılarını, geleceğe ilişkin düşlerimizi ya da hayali varlıkları, kafamızda, zihnimizde istenilen biçimde nasıl canlandırırız? Telepati yoluyla mı? Hayır. Ağızımızdan ses çıkarma yeterlidir bu iş için. Konuşmak yeterlidir yani. Bu yeteneğimiz o kadar doğaldır ki, biz onun ne derece olağanüstü olduğunu unuturuz. Ama konuştuğumuz bu dil her şeyi anlatmak için yeterli midir peki? Mallarme’ye göre; “Şair şeyleri tanıdık halleriyle veren alışıldık adlarının yerine öyle bir deyim koyar ki şeyin temel yapısını betimler ve böylece bizi şeyin içine girmeye zorlar. Eğer söz gündelik söz anlamına geliyorsa dünyadan şiirsel bir biçimde söz etmek demek nerdeyse susmak demektir. Bizler çiçek sözcüğünü (gündelik dilde) söylediğimizde; onun birlikte getirdiği müziği, çiçeğe özgü ıtırı, taşıdığı yumuşak izlenimi tümüyle savsaklamış oluruz. Dil toplumun elinde para gibi kolayca dolaşır. Oysa bir ozanın dilinde; düşlere, ezgilere, tüm etkinliğine ulaşır.” Merleau-Ponty sohbetlerinde ondan örnek verirken; “onun dilinde sözler farklı tonlarda çalan bir ezginin notalarıdır.” diye bahseder. (Şairin dilinde çiçek, bildik çiçek olmaktan çıkar. Bağlandığı nesnenin ötesinde anlam yüklenir çünkü.) Nesnenin kendisini değil de oluşturduğu etkiyi anlatmak ister şiirlerinde. Dizeleri sırf sözcüklerden değil; amaçlardan oluşur. Andre Gide “O Konuşmadan Önce Düşünüyordur ”der Mallarme hakkında. Tüm sözcükleriyle duyulara seslenir. Her bir sözcük üzerine düşler kurmakla geçirir ömrünü. Kendisini etkileyen bir şeyler olmadığında suskun kaldığını söyler ki; ömrünün sonlarında bu suskunluğu yaşar Mallarme. Ömründe kalan az zamana üzülür ama onun bu üzüntüsü sanat yapıtlarıyla harcayabilecek olduğu yitip giden saatler içindir.
Öyle karmaşıklaştırır ki şiirlerini; bu yüzden başka dile çevirisi zordur. Onun şiirleri her çevirmende farklı bir anlamla hayat bulur. Dili sıkışmış vasat gündelik halinden kurtarmaktır tüm çabası. Algıladığımız gördüğümüz dünyada her şeyi anlatmak için yeterli değildir dil. Ancak bir sanat yapıtının içinde varoluşunu tamamlar. İnsanın varoluşunda sanat bu nedenle önemli bir rol oynar. Şairin tutkusu nesneyi kendi varoluşunun bilincine vardırırken hiçlik karşısında da var olmasını sağlamaktır.
Hem Ponty hem de Mallarme değişimleri sürekli ve yeniden yaratmak gerektiğine inanırlar. Hayatta böyle değil midir zaten? Sürekli ve değişen bir akışı yok mudur onun da? Yaşamımıza sürekli bir anlam vermek zorunda değil miyiz? İnsan için sağlıklı olan şey tüm bedeniyle düşünmektir ki; işte o zaman sığ tahta kutusuyla birlikte titreşen keman yayları gibi uyumlu bir düşünceye ulaşabileceğini söyler Merleau-Ponty. İnsanın dili gereken ritme ulaştığında ancak varoluşu, değişik görünümleri, giz dolu anları açıklayabilir. Hayatı sindirerek yaşamalı ve üretmelidir insan. Yapıtı bir solukta bitirmek Mallarme’ye göre değildir bu yüzden. Tıpkı Nazım’ın şiirinde olduğu gibi düşünür aslında;
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
…
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
Algılanan dünya yalnızca doğal şeylerin bütünü değildir. Tablolardır, kitaplardır, müziklerdir; kısaca kültür dünyasıdır. Her duygu daha değişken bir biçim kazandığında ve olgunlaştığında düşer dalından. Sanat böylece sözcüklerle, ritimle, farklı tekniklerle insana ayna tutar. Algılanan dünyanın içine sokulduğumuzda sanat yapıtlarının, dilin, kültürün ve temel zenginliklerimizin içerisinde düşünmenin yolunu bulmuş oluruz. “Şeyleri algılamak, tuvalin dört bir yanına bırakılan boya izlerinin bize verdiği sessiz sinyallere göre tabloyu algılamak gibidir.”
Bugünlerde sanatın diline daha çok ihtiyacımız var; cehaletimize derman olmayan sonsuz enformasyonu salt istiflemekten kurtarması için hem bilimin, hem de sanatın dilline. Örümcekler, yaprak ve ince dal uçlarında ağlarını örmeye başladıklarında küçük bir ortamı güzel bir çevreleme ile doldururlar. Tıpkı bir örümcek gibi bizler de içsel varlıklarımızın güzel ağlarıyla işlemeli bir gökyüzü dokumalıyız. İşte o zaman bilinçlerimizle algıladığımız ve içsel varlıklarımızla zenginleştirdiğimiz ağlarımızla, öreceğimiz bu gökyüzünün altında daha yaşanılır dünya yaratabiliriz belki…
Kaynaklar
Maurice Merleau-Ponty, Algılanan Dünya, Metis Yayınları, 6. Basım, 2020
Mallarme’nin Mektupları, Düşün Yayıncılık, 1995
Havanur Taflan – edebiyathaber.net (11 Aralık 2020)
“Hiçlik karşısında sanat | Havanur Taflan” üzerine bir yorum