Walter Benjamin Hikâye Anlatıcısı isimli denemesinde, Leskov isimli bir Rus gezginden bahseder. Gezginimiz Leskov, çalıştığı İngiliz firması bünyesinde trenle Rusya’nın tamamını gezer, hikâyeler toplar. Sonra da bu hikâyeleri kitaplaştırır. Benjamin, onun yaşadığı bu deneyimi bir türlü bilgelik olarak tarif eder. Leskov artık bir hikâye anlatıcısıdır artık.
Hikâye anlatıcısı kolektif hafızanın da çimentosudur bir anlamda. Anlattıkları zamansız bir çizgide geleceğe taşınır. Büyük harfli tarihin satırlarına düşmeyecek anlatılar, olaylar bilgelikle hikâye anlatıcısı tarafından başkalarıyla da paylaşılır. Bundan birkaç yıl önce kaybettiğimiz denemeci, yazar, düşünür John Berger de çağımızın en büyük hikâye anlatıcılarından ve toplayıcılarından biriydi. Toplayıcı diyorum çünkü Berger neredeyse bir seyyah olarak coğrafyalar arası bir mekik dokuyup insanlık hallerini derleyip bize anlatmıştı. Oğlu onun vefatının ardından şu satırları yazmıştı: “Gözlerini son defa doğru kelimeyi bulmak istermiş gibi kapadı”. Sanırım Berger’in bu gezegendeki yolculuğu en iyi özetleyecek cümle olsa bu gerek.
Berger, aynı zamanda hikâye anlatıcılığının dışında görmeye, modern dünyanın bize dayattığı görme biçimlerine itiraz edip b daraltıcı kadrajdan kaçınmamızı öğütleyip, modern dünyanın görme biçimlerinin nasıl eşitsiz, yanlı ve eksik bir anlatının içerisine yerleştirildiği bir düşünürdü aynı zamanda. Kendisinin zengin biyografisine eklenecek bir durum da yazıyla ve özellikle denemeyle kurduğu ilişki olsa gerek. Deneme, edebiyatın en köklü geleneklerinden birini temsil etmektedir. Düşüncenin metne dökülmüş ve cevaplar aramak yerine yeni sorular sorduran hep Ünal Nalbantoğlu’nun tarifiyle “yan yollarla” yeni çıkış yolları arayan bir edebi tür olarak tarif edebiliriz denemeyi. Özellikle akademik makale üslubunun hem yazım türü hem de neden sonuçlara dayalı bir metin akışının dışında; düşünürün türler arasında özgürce kesintisiz halidir deneme. Adorno’nun tarifiyle açıklayacak olursak: “Düşüncenin ortodoksluğu ihlal edilerek nesneye ait bir şey görünür kılınır. Düşüncenin görünmez tutmayı gizli ve nesnel amaç edindiği bir şeydir bu”. Orhan Koçak ise denemenin özgürleştirici bir etkiye sahip olduğunu şunu belirtir: “Deneme tıpkı sanat yapıtları gibi, özgürleştirici bir ters akıntının hizmetindedir”.
Metne dahil olabilecek tüm öznellikle başka kavramlar iç içe geçer ama fikir önermesinde lafını esirgemeyen bir kelime buluşmasıdır. Adorno’nun bu noktada denemeye dair tarifi oldukça zihin açıcıdır “düşünce tek yönde ilerlemez, uğrakları bir halıdaki gibi iç içe örülmüştür”. John Berger’in de bu türe ve serbest düşünce gezginliğini çok sevdiğini biliyoruz. 2017 yılında Metis Yayınları’ndan yayımlanan Hoşbeş isimli deneme kitabı tam da bu tarife uyan bir metin olsa gerek.
İnat hikâyeleri
Deneme türünün en önemli özelliklerinden biri de yazarın okuyucusuyla sohbet edercesine ya da etkileşimde bulunup sorular soran özgürleştirici metin akışı olsa gerek. John Berger’in Hoşbeş kitabı da bu minvalde ilerliyor. Yazarlık ve çevirmenlik, doğa, dayanışma biçimleri, dünyanın ahvali, sinema, resim ve müzik Hoşbeş’te Berger’le girdiğimiz hasbihal halleri oluyor.
John Berger, yazma eyleminin kendisi üzerine de çok düşünen biri. Hoşbeş’te bizi ilk karşılayan deneme Otoportre doğrudan yazma ve çeviri üzerine odaklanıyor. Berger, yazmanın kendisinin dünyayla kurduğu ilişkilerden birisi olduğunu belirtiyor: “Yazma faaliyeti benim için hayati bir faaliyet oldu hep; bir şeyleri anlamlandırmamı ve devam etmemi sağlıyor”. Bu tariften hareketle Berger profesyonel yazar olmaktan çok zamanın hoyratlığına ve tanık olunan onca olaya karşı kaybolacak anları anlatma telaşında yine kendi tarifiyle boşlukları kapamaya çalışan biri. Kelimeler ancak doğru bir şekilde kullanılırsa onların geleceğe kalabilir ve zamanın boşlukları tamamlanmış olabilir: “Seneler boyunca beni yazmaya iten şey, yazılması gereken bir şeyler olduğunu ve ben anlatmaya çalışmazsam hiç anlatılmadan kalacağını hissetmemdi. Kendimi ağırlığı olan, profesyonel bir yazardan ziyade, boşlukları kapayan biri gibi görüyorum.”
Bir hikâye anlatıcısı olarak John Berger de ülkeler ve coğrafyalar arası seyahat eden; gitti her yerden hikâyeler toplayan bir yazar. Hatta çoğu gördüğü şeyleri kaydetme telaşında. Bu anlamda kendisi metinlerde farklı insanlık hallerini resmetmeyi onları anlatmayı seven biri olmuştur. Hoşbeş’de ise çeşitli inat hikâyelerine tanıklık ediyoruz. Berger, Rosa Luxemburg, Charlie Chaplin, Cesare Evora ve yakın arkadaşı ressam Sven’in öykülerini anlatıyor bize. Her şeye ve tüm olumsuz şartlara rağmen inatla ve kararlı bir şekilde hayata devam eden, dünyaya dair “başka türlü bir şeyi” inatla talep etmekten, bunu yaparken ne neşelerinden vazgeçip ne de inandıkları dünya görüşünden bir milim bile geri adım atmayan insan portreleri. Hayatla didişmenin, kavga etmenin ve yola inatla devam etmenin en önemli ölçütü düşünce yeniden yerden kalkma azmi olabilir. En çok neşeyi kaybetmeden, gülmekten, bizi keyiflendiren anlardan vazgeçmemek belki de… Yolun kendisi çoğu zaman taşlıktır adım atmak zordur ancak kararlı ve bir inada sahip biri o yolu geçebilir zaten. O yolu geçerken düşmek de en önemli sınavlardan biridir. Dengeyi kaybetmek kolay ama yerden yeniden aynı azimle kalmak budur. Tarih hep yerden kalkanları yazar zaten. Berger, bu noktada Charlie Chaplin’i hatırlatıyor. Kitapta Düşme Sanatı’nda şöyle bir cümle kuruyor örneğin: “Her düştüğünde yeni bir adam olarak doğruluyordu ayakları üstünde. Bir yandan aynı, diğer yandan farklı olan yeni bir adam. Ayakta kalabilmesinin sırrı çokkatmanlı olmasıydı. Her ne kadar umutlarının tekrar tekrar tuz buz olmasına alışmış olsa da aynı çokkatmanlılık onun bir sonraki umuduna sarılmasını sağlıyordu”.
Dünyanın ahvali
Berger tüm hayatı boyunca görme biçimlerine odaklandı. Modern öncesi ve sonrası dönemin sanat pratiklerinde gizlenen “eksik” ve “hatalı” bakışı deşifre etti. Görme biçimlerinin esasen politik olduğunu, bakma ve görme arasında keskin bir ayrım olduğunu hatırlattı. Bu bakış meselesi ise doğrudan politikti. Berger’in gördüğü dünyada finans kapitalin arsız yayılmacılığı, totaliter rejimlerin mantar gibi çoğalması ve politikacıların işlevsizliği olsa gerek. İnsanoğlunun kayıtsızlığa alışmış şekilde baktığı bu hallere Berger tüm metinlerde çalışmalarında inatla politik bir bakış açısı getirmeye çalışmıştır. Hoşbeş de benzer bir hat üzerinden ilerliyor.
Düşme Sanatı Üzerine’de mesela günümüzde dünyanın politik sınırı finans kapitalin “dilsiz” başındakilerinin belirlediğini belirtiyor Berger. Politikacılar ise sadece konuşuyorlar, hükümsüz kelimelerle etrafa hiçbir işe yaramayan karanlıkta kaybolan cümlecikler saçıyorlar.
Berger, 1990’lı yıllarla büyük ivme kazanan finans kapitalin hayatımıza olan etkileri üzerine yoğunlaşıyor. Küreselleşmenin yarattığı hoyrat zamanları, sadece tüketim odaklı hayatlarımızın giderek belleksiz bir hale dönüştüğümüzü sorguluyor. Buluşma Yeri isimli denemesinde Iraklı şair Abdülkerim Kasid’in şiirleri üzerinden dünyanın haline bakıyor mesela. Zamanın aynı hoyratlığının içerisine sıkışıp kalmışlığımızı ve boşluk içerisinde süzüldüğümüzü hatırlatıyor Berger. Tarihin ilerlemediği bir zaman diliminde, değişim nasıl olacak peki? Tarih bize her zaman farklı olasılıkların ve değişimlerin imkanının olabileceğine inandırmıştı, yol göstermişti. Peki tarih nereye gitti? Tarihin sonunu büyük şehvetle ilan edenler bizi çıkışsız bir tünele attıklarının farkına varmışlar mıdır artık? Yine tarihe dönmek ve bakmak tüm olasılıkların kıyısında olduğunu hatırlamamıza olanak sağlar mı? “Tarihin, geçmişle geleceği birbirine bağladığı hissi tamamen ortadan kalmaksa da marjinalleşiyor. Bu yüzden de insanlar Tarihsel bir yalnızlık hissiden mustarip. Artık ölmüşleri ve doğmamışları karşılamak için ortak özel günlerimiz yok. Gündelik hayat var, ama onu kuşatan şey bir boşluk. Bugün milyarlarcamızın içinde yalnız olduğumuz bir boşluk. Böylesi yalnızlık Ölümü bir can yoldaşına dönüştürebilir.”
“Gevezelik çağında” herkes ama herkes konuşuyor, kelimler anlamlarını yitiyor, aşınıyor. Bir zamanlar kelimelerin değiştirici gücüne dair inanç yerini boşlukta süzülen içi boş cümlecikler oluyor. Bu boşlukta siyaset de insan hayatı da anlamsızlaşıyor. John Berger, Kayıtsızlığa Karşı Nasıl Direnmeli? isimli denemesinde bu sorunun peşine düşüyor. Walter Benjamin, Hikâye Anlatıcılığı denemesinde enformasyon bombardımanın hikâye anlatıcılığını öldürdüğünden bahsediyordu. Berger ise enformasyon bolluğunu artık bizi kayıtsızlığa götürdüğünü belirtiyor. Gün boyu haberlerde peşi sıra gelen felaket haberleriyle dünyaya yabancılaşıyoruz. Gördüklerimiz artık bizi şaşırtmıyor. Felaketler dünyanın sıradan bir parçası haline geliyor. Türümüzün geleceğini etkileyecek iklim krizi bile hayatın doğal parçası. Krizle yaşamaya kolayca alıştık galiba. Böylesine bir ahval de bizi belleksiz kılıyor. Her felaketi çabucak unutuyor, karşılaştığımız yeni felaketlerden de bu yüzden ders almıyoruz. “Her şeyi sayılara döken, nadiren işin özü ya da niteliğiyle ilgilenen bir dil. Yüzdeler, kamuoyu anketlerindeki dalgalanmalar, işsizlik istatistikleri, büyüme oranları, yükselen borçlar, karbondioksit ölçümleri, vesaire… Yaşayan ya da acı çekenlerin değil, sadece sayıların dünyasına ait bir ses. Pişmanlıklardan, umuttan dem vurmayan bir ses…” Medeniyetimizin yaldızları her geçen gün tel tel dökülürken dünyanın değişimi içi boş “gevezeliklere” kurban gidiyor. “Tekrar tekrar terörizm, demokrasi, esneklik gibi anlamını yitirmiş, içi boşaltmış sözcük ve terimler kullanıyorlar. Dünyanın dört bir yanındaki halklar, bitmez tükenmez bir Belagat Dersi izler gibi bu konuşan kafaları izliyor! Saçmalık!” Üstelik demokrasinin gerilemesi, totaliter rejimlerin önünü açmakta bizden kelimelerimizi seçerek sunmamız beklenmekte.
Berger, tüm bu kaotik zamanlarda direnmeye ve dünyayı değiştirmeye arzulu insanların olduğun ve yine her şeye rağmen tüm olasılıkların sınırında olduğumuzu hatırlatıyor. Zamanın döngüselliği içerisinde bu berbat akışın kesileceği inancında. Tarih bir yerde dairesel akar ve her şey zamanını bekler diyor. Değişim imkânı gelene kadar da sabırla beklememizi öneriyor lakin sabırla beklemek bir tür sessizlik olarak anlaşılmamasını hatırlatıyor: “Böylece, geçmişten gelen mirasımız ve tanık olduklarımız sayesinde, direnecek cesareti bulacak ve şimdi hayal edemeyeceğimiz koşullar altında direnmeyi sürdüreceğiz. Dayanışma içinde beklemeyi öğreneceğiz. Tıpkı bildiğimiz her dilde övmeyi, sövmeyi ve küfür etmeyi ilelebet sürdüreceğimiz gibi”.
Berger, Hoşbeş’te tüm o bilindik alçakgönüllü üslubuyla zihnindeki soruları ortaya döküyor dünyanın hallerine kendi görme biçimleriyle bakıyor. Doğanın kendi içinde tutturduğu uyumlu dinamiğe hayranlıkla bakıyor. Bizim kendimize inşa ettiğimiz hoyrat akışa ise öfkeli bakışlarını çeviriyor. Dünyanın farklı coğrafyalarından çoğu zaman hikâyeler topluyor, insanlık hallerini resmediyor. En çok da hikâyesini devam ettirme beceresini gösterenlere ağırlık veriyor. Çünkü direnmek için hikâyeye ve inanılan yola devam etmek lazım. Felaketler çağında her şeyin gelip geçici olmaması için retinaya politik bir kadraj yerleştiriyor.
Zaman zaman bu hal bir oyna davet havasına da bürünüyor; bize gizli ittifaklar öneriyor, dayanışmaya, birlik olmaya çağırıyor. Direnmenin estetik halini, sabrını hatırlatıyor. Belleğimizi diri tutmaya, kendimizi unutturulan tarihin içinde yalnız olmamamızı boşlukları doldurmamızı öneriyor. Yazma ve çeviri üzerine kafa patlatıyor. Yazarlık personasının kutsallığından çok hayat gelip geçici hoyrat zamana karşı bir bellek oluşturabileceğine inanıyor. Kelimelerle sohbete girişiyor, kendi deyimiyle “hoşbeş” ediyor. Sohbete bizi de davet ediyor elbette. Berger, her daim içki masasında lafını bölmek istemeyeceğiniz güzel hikâyeler anlatan mahallenin en güzel abisiydi; özellikle şu zamanlarda kendisiyle bir hoşbeşe girişmek hepimize iyi gelebilir sanırım…
edebiyathaber.net (6 Haziran 2020)