Çocukluk kentimdeki âşık kahvehanelerine yetişmiş olmam bir “şans”tı benim için.
Sözlü anlatı geleneğinin oralarda dinlediğim ilk örneklerini unutmam mümkün değil.
Hikâye anlatma geleneğinin bin bir rengini tanımak bambaşka bir duyguydu.
Cenk hikâyeleri, âşık hikâyeleri, Köroğlu kol destanları… Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre, Ferhad ile Şirin, Arzu ile Kamber sanırım en çok ilgimi çekenlerdi. Ki, bu da beni “üçleme” olarak nitelendirdiğim âşık hikâyelerini yazmaya yöneltti.
“Ferhad ile Şirin” yayımlandı, “Emrah ile Selvi” yazıldı, “Arzu ile Kamber” yazılmakta.
Dinlenilenleri, anlatılanları, hatta bunlardan yazıya geçirilenleri yeni bir duyuş/bakışla kurgulamayı seçtim.
Önceki yıl Van’a gitmiştim.
Özellikle yolumu Erciş’e düşürmüştüm ki, Ercişli Emrah’ın hikâyesinin geçtiği coğrafyanın rengini, soluğunu hissedeyim.
Daha ilk adımda dağ ile gölün sodalı suyunun buluştuğu kıyıya vardığımda bu görmek/hissetmek duygusunun ne denli “doğru” olduğunu düşünmüştüm. Bir kurmaca sanki yer/mekân duygusunu yaratabilmek için bunu sizden istiyordu!
Yazdığınız, anlattığınız hikâyenin birebir karşılığını aramıyordunuz. Ama gene de yaratacağınız bir yerin sesi soluğunu var edebilecek, görme duygusunu kurdurabilecek imge için yer bilgisine gitmek gerekiyordu. Hikâyenizin soyut olan imgesi bu kez yeni bir imgelemle derinlik, hatta yeni bir boyut kazanıyordu.
Neredeyse ömrünü verdiği Ercişli Emrah çalışmasının bütün seyrini bildiğim Ali Saraçoğlu dostumun hatırlattıklarına da bir yolculuktu bu. Eğer çocukluğunun geçtiği bu yerde dinlediği Emrah ile Selvi hikâyeleri onda derin izler bırakmasaydı sanırım bir geyik avcısı gibi Ercişli Emrah’ın ardına böyle düşmeyecekti.
Emrah ile Selvi hikâyesini, onun türkü ve koşmalarını ondan çok dinlerdim. Neredeyse tümü ezberindeydi. O coğrafyaya kavuştuğumda bu anlatılanlar bir bir gözümde canlanmıştı.
Bir mola yerinde kahvehanede konuştuğum Ercişliler bana Ali Saraçoğlu dediğimde ona dair güzel şeyler anlatmış, ardından Ercişli Emrah’a geçtiğimizde ise Poyrazoğlu ailesinden bir Âşık’tan söz etmişlerdi.
“Eğer ki Ercişli’nin hikâyesini bilmek istiyorsan, gidip ondan dinlemelisin,” demişlerdi.
Bir “derlemeci” değildim.
Hikâyenin aslını, gerçeğini de aramıyordum. Anlatıla anlatıla gelen “hikâye”yi yeni bir formda yazıp kurgulayacaktım. Bana, bende birikenlerle, hikâyenin asıl değil, coğrafyasının rengi soluğu gerekliydi.
Çünkü masa başında gerçekleştirebileceğimin ardında değildim.
Gene de ben, kurmacanın hayata dair bir/çok yanı olabildiğini benimseyen biri olarak, kendi görme/bakma yolculuğuma gitmem gerektiğine kendimi inandırmıştım.
Şimdi okuduğum bir denemede Nabokov’un şu sözleriyle karşılaşırken, aslında –kendimce- doğru bir yolda olduğumu düşündüm bir ânda.
Şunu diyordu Nabokov:
“Sıradanı allayıp pullamak önemsiz yazarların işidir: Onlar dünyayı yeniden keşfetmekten rahatsız olmazlar; şeylerin verili düzenini, kurmacanın geleneksel örüntülerini limon gibi sıkıp çıkarabildikleri kadar suyunu çıkarmaya bakarlar… Ama gerçek yazarın, gezegenleri fırıl fırıl döndüren, uyuyan bir adamın kalıplarını çıkaran, uyuyan adamın kaburga kemiğiyle iş çeviren adamın, bu tür bir yazarın elinin altında verili herhangi bir değer yoktur: Bunları kendisinin yaratması gerekir. Her şeyden önce yazma sanatı kurmacanın bir gizil gücü olarak dünyaya bakma sanatı anlamına gelmiyorsa boşuna bir iştir.” (“Hayatın En Yakın Benzeri”/ James Wood, Çev.: Ülker İnce, Can Yayınları)
Kurmaca, olanı alıp yazmak değil; yeniden düşleyip kurup yaratmaktır. Olmayanı oldurmak, görülmeyeni gördürmek, yaşanmayanı yaşatmak, buluşmayanı buluşturmaktır.
Bir bakıma bunları katmanlaştırarak yeni bir dil yaratmaktır da. Kurulan o dünyanın dili de işte anlatıcının kendine özgü söyleminin rengi, soluğudur.
Buna kendi Emrah’ını, Selvi’sini yazmaktır da diyebilirim. Yani var olanın, yaşananın asla tekrarı, kopyası değildir.
Belki de günümüzde “iyi kurmaca”yı önemsetip değerli kılan da budur.
İyi kurmaca yazarı kendi anlatısının mitik gerçekliğini kurandır. Buna anlatısının “Tanrı”sı demek abartılı gelmemeli.
İşte bu soy anlatıcılar okuru kendine çeker, anlatısının etkileyici yanlarıyla onu sarıp sarmalar.
Cervantes bugün “Don Quijote”unu okutabiliyorsa bu yüzdendir. Shakespeare bu nedenle her dem yenidir, etkileyicidir.
O nedenledir ki o sözel anlatılarda kulağıma fısıldanan, bir ezgi gibi hikâye etmenin büyüsüydü. Adeta ‘sen de kendi hikâyeni kur’ demenin büyüsüydü elbette!
Yaşanan, anlatılan gerçekliğin var olması tek bir şeydi. Bir tür ayna tutmak gibi bir şey. Yani bakmakla görmek arasındaki yolculuğun ne olduğuydu. Ötesi senin bunu boyutlandırıp, katmanlandırıp kendi imgeleminle var etmen. Yani kurmaca yolunu kurup açmak…
Belki de kurmacayı sevmem de en çok bundan…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (5 Şubat 2019)