Yaşananla yazılanın arasındaki sırlı duvar nerede ayrılır? Ya da öyle bir duvar var mıdır?Öteden beri söylenegelen “hayatım roman” deyilenişine bakarsak; her köşede bir “gizli romancı” yattığını da düşünebiliriz.
Gene de yazılanın/ anlatılanın yalnızca kendi başından geçenler olmadığına inananlardanımdır.
Kuşkusuz yazan/yazar olarak bir “hikâyeniz” vardır. Aksi de düşünülemez. Ama yazan insan sürekli yazsa da, kendini yazmaz, anlatmaz.
Yazı da bir gövde ister kuşkusuz. Beslenip büyüyebileceği, gelişip serpilebileceği. Bu da neyi/nasıl yaşadığınızla ilgilidir olsa olsa. İşte oradan ağıp gelenlerdir o bütünü oluşturan.
Yazarken duygu tınınız, düşünce auranız, sezgileriniz tıpkı yaşamak gibi bir yurt ister. Oraya yalnızca bunlar için dönersiniz.
Ernst Jünger’in iki anlatısını ( Mermer Yalıyar, Alaaddin’in Problemi ) ardı ardına okurken şunu gözledim; yazar/anlatıcı yaşadığı yerdedir sürekli. Belleği ise hem dünde, hem bugünde, hem de yarındadır. Burada kendi hikâyesi bir şey için gerekli, kaçınılmazlık içerir; ne yazıyor, anlatıyorsunuz ve zamanınızın ruhu yazdıklarınıza nasıl yansıyor, sorusuna yanıt vermek için.
Çağını kavrayış bilinci olmadan ne yazabilirsiniz ki?
“Hikâyeden hikâyeler anlatmak,” deseniz de; bir sorunu/sorunsalı ele alsanız da, bunu asıl nasıl anlatmanız, niye anlatmanız gerektiğini bilemedikten sonra, gerçekten anlatılan “boşuna hikâye”ye, hatta “hayatımın hikâyesi”ne dönüşür.
Hikâyeniz sizi bir yere taşır, evet. Ama o yer ancak yazmak eylemine başlamanız için bir dayanak değil, bir çıkış noktasıdır olsa olsa. Sonrasıdır aslolanı, yani neyi/nasıl yazdığınız.
Bilen bilir Marquez’in Anlatmak İçin Yaşamak yapıtında kendini nasıl anlattığını. Bir yazarın kendi hikâyesini nerede/nasıl/ ne zaman yazması gerektiğine güzel bir örnektir Marquez’in anlatısı. Artık yazıda varabileceği bir yer yoktur. Bundan sonrası deneyimlerinin anlatımı vardır gündemde.
Yıllar önce, Erhan Bener’le bir kitabın çevresinde konuşurken, anladım ki roman/kurgu yorgunluğunu yaşıyor. Kısa sürede yazıp ilettiği roman bunun bir göstergesiydi. Kendisine neden artık yazarlık deneyimini anlatan bir anlatı yazmadığını sormuştum, hatta bunu da enine boyuna konuşmuştuk. Aklına çok yatmıştı, bir süre sonra da yazmaya başlamıştı. Bir doktor arkadaşı da bunu kendisine söylemiş olmalıydı ki; yazma eylemini hızlandırmıştı. Bir konuşmamızda da, bunu yazmasını yayıncısı olarak isteyişimi kitabının bir yerinde anlatacağından söz etmişti.
Ne yazık ki, dostluk “hikâyemiz” küslükle bitmişti! Yönettiğim yayınevi kapanınca, Erhan Bener de bana küsmüştü. Bu son çalışmasını da ancak yitiminden çok sonra okuyabilmiştim.
Gene bir konuşmamızda; “Asıl ağabeyim Vüs’at O. Bener’i ben sana anlatmalıyım, sorular hazırla, oturup uzun uzun konuşalım,” demişti. Bir süre konuşmuştuk da bunu. Anlatılan bir insan/yazar hikâyesiydi. “Nasıl yaşadım,” demenin özlüce öyküsü. Oysa bu kurguya taşınınca bambaşka bir şeye dönüşüyordu.
Evet, onu en iyi tanıyan, hikâyesine de çok yakından tanık olan birisiydi. Üstelik, benzer bir zamanı/öyküyü, yani her ikisinin de tanıklığını yansıtan dönemi/insanları farklı biçimlerde ikisi de yazmıştı. Edebiyatımızda ender rastlanan bir olgudur bu.
Yalnızlar (1956) ile Buzul Çağının Virüsü (1984) romanlarını okuyunca hayatın başka romanın ise bambaşka olduğunu daha iyi anlıyorsunuz.
Galiba yazmanın sırrı da burada. Konuşacağız bunu da…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (6 Haziran 2017)