Yaşarken, ilk adım ve sonrasında ne kadar farkındasınız hikâyenizin?
Adım adım sizi bir yere taşıyan, sonrasında yaşadığınız her âna izdüşüren, anlam katan…
Evet evet, sizin hikâyenizden söz ediyorum.
Size neden/niçin yaşadığınızı sorduran, varlığınızın, hatta varoluşunuzun rengi, soluğu olan hikâyenizden…
Bunu nerede nasıl yaşadığınız elbette ki önemli. Sizi siz yapan şeyin sesi soluğu da orada bükümleniyor çünkü.
Bir gün biriyle rastlaşırsınız ya da başınıza bir olay gelir. Başka biri, başka bir gerçeklik sizde bir etki/iz bırakır. Hatta öyle ki bunlardan biri yaşamınızın akışını bile değiştirebilir.
Sözden çok eylemdir belirleyici olan her dem.
Gene de birinin deneyimlenmiş sözü, bakışı, varlığı o etki/ivme zamanınızın bir yerinde size çağrı gibi gelir.
Tutun ki; bir kitap okuyorsunuz, karşınıza şöyle bir cümle çıkıyor:
“İnsanlara yeni bir hikâye vermeden onların hikâyesini ellerinden alamazsınız.”
Bir ân sizi durduran olsa da; ötede de ansızın çıkıp gelen bir mektubun ilk satırlarındadır bakışlarınız. Tanımadığınız birinin söze/duyguya yakınlığı vardır. Adeta bir çağrı gibidir size.
Sonra, onun her sözünü dünyaya bir meydan okuma olarak alıp yolculuğunuza devam edersiniz.
Bilirsiniz ki; insan hikâyesiyle güzeldir.
Eğer biriyle dost, yol arkadaşı olacaksanız, size tavsiyem, önce hikâyesine tanıklık edin.
Birini ancak hikâyesiyle sevebilirsiniz.
Hikâyesizlik yavanlıktır, sığlıktır, bönlüktür.
Sonra, onu, o hikâyesi olanı öyle seversiniz ki; onun sevdikleri de sevdiğiniz olur.
Eğer birini yürekten, ta içeriden severseniz onun sevdiğini de seversiniz. O da sizden bir parçaya dönüşür zamanla.
Yok eğer kendinizi hikâyesizleştirmek için yola çıkmışsanız; her şey yabandır size. Öfke yumağı gibi gezinirsiniz ortada. Küsersiniz sık sık. Susarsınız. Uzaklaşırsınız. Sanırsınız ki, budur iyi olan, size iyi gelen.
Kendinizi başka hikâyelere verdiğinizi sanırsınız.
Oysa, iyi hikâye anlatan kişi kendi hikâyesini de inci gibi dokuyandır. Özenlidir, özen gösterir buna her dokunana.
Yabanlık körlüktür.
Yeni güne uzaklık, yeni zamana hissiz bakıştır. Kopuştur hem kendi hikâyesinden hem de hikâyesiyle kendine dokunandan.
Dönüyorsun gene o kitabına:
“Hikâyeler, sayesinde dünya üzerinde yolumuzu bulduğumuz araçlardır,” diyen anlatıcının bakışıyla eşleştiriyorsun bakışını.
Birini sevmek, birini hikâyesiyle benimsemek ve yaşamak çabanızın odağında olmalı hep.
Dostluğu da, arkadaşlığı da, tutkuyu da oralarda filizlendiririz çünkü.
Öykünerek değil, tam tersi öykümüzü kurarak hayatımızı sürdürürüz. Öykünme asıl o yakınlıkla başladığında güzel, anlamlıdır.
İnsanları hikâyelerinden dolayı kınayamayız, ancak anlamaya çalışırız. Çünkü olan/yaşanan hikâyenin her bükümü bize o’nu anlatır. Karşımızdakini tanımamıza, sevmemize (bazen de nefret etmemize) neden olur.
İnsana ve yaşama dair bilgiler hikâyelerimizdedir.
O nedenledir ki, sıklıkla şunun altını çizerim:
Bana hikâyenle gel, kim olduğunu anlatır bu.
Bırak sonrasına ben özen göstereyim; eğer ki dost, arkadaş, iki seven olmak istiyorsak.
Gene dönüyorsun anlatıcının sözlerine:
“Karmaşık bir meseleyle karşılaştığımızda ve onu anlamaya çalıştığımızda, tutarlı ve güvenilir olgular değil, tutarlı ve anlaşılır hikâyeler ararız.”
İşte yaşamın, birine dönük bakışın bükümlendiği yer de burası.
Sahi, siz, birine “benim hikâyemle ilgilenmeyin” derseniz eğer; orada ne kadar “tutarlı ve güvenilir”siniz ve ne kadar özgürsünüz hikâyenizle…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (17 Temmuz 2018)