Latife Tekin bir hikâye anlatıcısı. “Sevgili Arsız Ölüm”le başlayan anlatı yolculuğunun seyrinde bu yanına hep sadık kaldı.
İnsanın sürüklenen öyküsünü anlatırken toplumun iniş çıkışları, değişim ve dönüşümlerinden söz etti sürekli.
Bir anlatıcı olarak hayata hep yakın durdu. Yanında, ötesinde değil; hep içindeydi. Bakışı, duyuşu, sezişi, gözlemleriyle…
Yaşadığı, inandığı, tanıklığını yaptığı hayatı anlattı hep bize.
Aynı anda okura sunulan “Sürüklenme”, “Manves City” romanlarında da onun anlatı sarkacının gelgitleri gene hayatın nabzını tutmaya dönüktür.
Tekin, bu kez, daha yakın plandan o sürüklenişin/altüst oluşun öyküsüne bakıyor.
Getirip karşımıza çıkardığı gerçeklikler bugünün Türkiyesi’ni anlatıyor bize.
Her iki romanına odak aldığı yer/zaman/mekân ortaklığı; ele alınan /işlenen/yansıtılan sorunların iç/dış/öte gerçekliklerini yansıtması açısından bir çıkış noktasıdır anlatıcı için.
Kendi belirlediği yer adları: Cehil, Sardun, Kızılyalı, Aynos, Dörtşehir, Kavuslu… anlatının ortak mekânlarıdır.
Olay örgüsü ve kişilerin öyküleri de yer yer birbirleriyle buluşup kesişirler her iki anlatıda.
“Sürüklenme”de ele alınan ana sorun/konu “Takviye” adı verilen şirketi var eden (eski) “örgüt” ilişkilerinin (ihtimal 1980) öncesi ve sonrası yeniden kendilerini var ederek mücadelelerini (başka alanlarda) sürdürmesine neden olabilecek bir mecra aslında. Dahası bunun ekseninde gelişen her durum çözülme/sürüklenme ve yozlaşmanın yansısı olarak karşımıza çıkıyor.
Anlatıcının sesi/bakışı
“Sürüklenme”nin anlatıcısı (Asistan) bu öykünün de bir parçası. “Aracı”, “bağ/lantı kurucu”, “kurye” olarak “Takviye”ye finans/destek arayışı için yolculuklar (Edinburg/Petersburg) yapar. Roman onun gidiş-dönüş anlatıları ve karşılaştıkları üzerinden gelişir.
Anlatıcının kendi/aile öyküsü de “Takviye”nin varoluşu ve ekseninde olup bitenlerle ilişkili olduğundan; öne çıkan ana figür Raşit, anlatıcının bakışı/ona yazdığı mektuplarla “Takviye”nin kuruluş/yöneliş serüveni, onun çevresindeki insanların (Tijen, Pervin, Nevres, Tamsi, Karaca Habil) sürükleniş, varoluş, yok oluş öyküleri bir dönem gerçekliğini de anlatmaktadır bize.
Değişimi, altüst oluşu, savrulmayı, kopuşu ve sürüklenişi anlatıyor bize Tekin. Buna yüzleşme öyküsü de diyebiliriz. Gelecek düşündeki insanların sürüklenişleri, hayal kırıklıkları…
Romanda öyküsü dile getirilen her bir kişi o büyük sürüklenişin birer parçasıdır. Orada hem mağduriyet, çözülme, yabancılaşma, yozlaşma, tutunamama vardır, hem de ülkenin toplumsal çözülmesinin yansımaları.
Kuşkusuz romancı bir bilim insanı gibi düşünmez. Görüp odaklandığı konu/hakikat onun kurmacasında bir “neden/niçin” sorusu, sorgusuyla başlar. Bu neden böyle, nasıl oldu gibi sorularla da ilerler. Bazen anlatıcı yazdığını yazarken görür, öğrenir, gösterir de böylece. Sezgisel, düşünseldir onun da yolculuğu. Ki, Latife Tekin vari bir yazar bize değişeni ve değişken olanı sunar sürekli.
Ki, onun anlatılarında bugün hep var. Güncel olan da öyle. Siyasal göndermeleri, yaşamsal döngünün insanın nerelere nasıl savurduğunun öyküsü de…
Onun anlatılarında yaşanan zamandaki insanın nerede/nasıl “ziyan” edildiğinin öyküsünü okurken, aslında ülkenin de o “ziyan” olma halinden nasıl pay aldığını derinden hissettirir.
Okur olarak siz, anlatının katmanlarına yönelerek bunu derinden hissedersiniz.
Küresel salgının ülkeleri kuşatmasının öyküsünü bir iktisatçı ya da sosyolog gibi anlat(a)maz romancı; ama yüzünü ülkenin herhangi bir yerine, o yerdeki insanların/ın öyküsüne dönerek bunu pekâlâ yansıtabilir.
İşte Latife Tekin bu iki anlatısıyla bu gerçekliğe kapı aralıyor.
Anlatıcının anlatı süresince Raşit’e yazdığı mektup bir yandan anlatının “giz”ini yansıtırken, diğer yandan da çapraşık ilişkilerin seyrine de açıklık getiriyor.
Tekin, “Manves City” ile “Sürüklenme”yi aynı ânda yayımlayarak bir şeye dikkatimizi çekiyor bence: Aynı zamanda/dönemde, aynı coğrafya/mekânda birbirine yakın duran hayatlar neleri nasıl yaşıyor. Bu bir bakıma da dönüşen, çözülen, yozlaşan Türkiye’nin öyküsüdür.
Kesiştiren anlatı: “Manves City”
Tekin’in insanları hayatın içindedirler, doğaya, toprağa yakındırlar. Onların o büyük resim içindeki savrulmalarının, mağduriyetlerinin öyküsünü bu kez “Manves City”de izleriz. İki anlatı da adeta içler dışlar çarpımı gibidir. Bize hayatın nedenselleşen yanlarını göstermektedir.
Yaşamın diyalektiğinin örnekleyici anlatılarıdır bunlar.
Tekin’in anlatıcılığına yansıyan töz, “hakikat” ile “gerçek” arasındaki dönüşümsel bağıntıyı gösterenlerin buluşmasıdır. Yani anlatılan olay/olgu/durum eksenindeki gerçekliklerin o kurgusal dünyada var olması… Bu da Tekin’i bir kurgu ustası olarak çoğul anlatı/sese dönük bakışla, yaşamsal hakikati gölgeleyen gerçeği aydınlatmaya yöneltir. Öyle ki; yazar olarak Latife Tekin’in gözlemci gerçekçi bakışının yerini “kurgusal hakikat” alır. Orada da anlatıcı iki sesle yolculuğunu sürdürür.
İlkindeki ben-anlatıcı ile ikincideki yazar-anlatıcı arasında bilinçlilik durumlarının ortak bakışı söz konusudur. Yani ilk romanı kuran/söyleyen anlatıcı yaşamsal hakikatin içindedir, yaşanıp eden yerin/coğrafyanın bir parçasıdır. Sürüklendikleri kadar vardırlar “Manves City” gerçeğinde.
Göçe, göçmenliğe, hatta sığınmacılığa kapı aralayanların neler olduğunu; o büyük savrulmaların, suçun ve şiddetin arka planında yatanların nedenlerini de gösterir.
Hatırlayan bellek
Tekin, zaman zaman bu bakış/hatırlayış izleğinde yol alan bir anlatıcı. Ötede ise yazılıp anlatılanı gören/gösteren biri.
Bu iki anlatısını okurken yer yer William Faulkner’ın “Çılgın Palmiyeler” anlatısını hatırladım. Bir yerin, coğrafyanın insanlarının düşkün/yoksun/yoksulluk ve sürükleniş öykülerini az ötede ve beride birbirlerinden habersiz (ama kopuk değil) nasıl yaşadıklarının tanıklığını getiren anlatıcı bilinci…
Evet o anlatıcı bilinci/bakışı olmazsa bunların iki ayrı kurguda buluşup yol alabilmesi pek de mümkün değil.
“Manves City”de Tekin, bu kez, bakışını daha yakın plana çeker. Ersel ve Nergis odaklı öykünün yersel kahramanı ise “Cehil”dir, yani Manves City’ye dönüştürülen bir tarım kasabası. Köylülükten işçileşmeye yönelen insanların yaşama biçimleri, çözülme ve savrulmaları, birbirleriyle dayanışmaları ve ihanet anlatılan öykünün birer parçasıdır.
Tekin, anlatısının aklını Nergis’e taşırken, saflık ve duruluğu, yalınlığı Ersel’e verir. İnancın ve insana güvenin simgesidir her ikisi de ama koşulların gücü her ikisini de alt eder, mağdur kılar, yenilgiye uğratır.
Bunu yer yer “Latife Tekin yoksulluğun öyküsünü yazıyor,” diye nitelendirenler çıksa da; buna itirazım var.
Tekin, Türkiye’den hikâyeler yazıyor, evet. Ama küresel kapitalizmin toplumun bütün katmanlarına, insanların dünyasına nasıl işleğini gösteriyor bize. Yoksulluk, anlattıklarının içinde tek bir parçadır. Diğerlerini gör(e)meden bunu anlamak da mümkün değildir.
O nedenle anlatıcı kahramanın aklı/bakışıyla buluşturduğu en temel olgu; yaşanan durumları yansıtma bilincidir.
Tekin, bir anlatıcı olarak, hiçbir şeyi övgülemez; yermez de. Onları kendi gerçeklikleriyle verir. Hikâyelerinin gereğinden sapmaz. Ersel ne uyanışın kahramanı, ne de Nergis yoksulluğun/mağduriyetin simgesidir.
Anlatıcının vicdan duygusu
Latife Tekin’in “orman”(ın)dan çıkıp patikalara bakmasını bir ânda ötede, ülkenin bir yerinde kanayan/devinen hayatın uğultusunu bize göstermesini önemsiyorum.
Romancının vicdanı bugünün hayatına dair neyi/nasıl anlatması gerektiği bilincini bize hatırlatması açısından da “Sürüklenme” ve “Manves City”yi Latife Tekin anlatıcılığında önemli bir adım olarak görüyorum.
Onun bu iki anlatısını, bize anlatı ustalığını gösterebileceği yeni yapıtlarının da işareti olarak algılıyorum.
Her iki romanda da ipuçlarını verdiği izleklere yüzünü dönmesi, bir anlatıcı olarak hayatın daha da içine yönelmesi sanırım artık kaçınılmaz.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (26 Mart 2019)