İsviçreli ressam Dominique Appia’nın Hafızanın Boşlukları Arasında (Entre les Trous de la Memoire) adlı ünlü resmi, içinde barındırdığı çoklu, bölünen ve ışığını karmaşasının gölgesinde bulan imgelere sahip. Bu imgelerin sakladığı tema sadece hayatla insan arasındaki zıtlığın arkasını sağlamlaştıran hafızanın hıncını anlatmaz. Şüphesini, yaşayan şeylerin/varlıkların/nesnelerin yüzeyinde/duruşunda/anlamında saklar ve hafızanın tekinsiz dünyasını düşsel imgeler toplamının içinden çıkarır. Resme her bakma ânı, ya rahatsız edici bir yüzleşmenin suratındaki izle ya da ihtiyatlı bir çabayla zamanın ardına gizlenen karmaşık duyguların oluşumuyla karşılaşır. Hafızanın Boşlukları Arasında, kendine has ifadesiyle imge ve gerçeklik arasındaki bölünen zamanı belleğin çevresinde dolaştırır, içinden geçirir, kenarına iliştirir. Düşüncelerinin izahını birtakım olasılıklarla yapmaya çalışana, çizgiyle yeni bir uzam yaratır; o uzamın düzlemi parçalanmış gibi algılanan süreksiz yüzeyinde somut olmayan, birleşen ve ayrılan, kusurlu ve eşsiz, parçalı ve bütünlüklü bir zaman saklanır. Bellek, kaçınılmaz biçimde hem bu uzama yerleşir hem ruhla bedenin ayrıksı zamanına meyleder.
Behçet Çelik’in İletişim Yayınları tarafından basılan yeni romanı Belleğin Girdapları, hatırladıklarına/unuttuklarına dair çelişkileriyle, sorgulayışlarıyla, varlığını biçimine müdahale edemediği bir uzama/zamana sıkıştıran adsız anlatıcının her şeyi bırakıp yerleştiği Serpmetepe adını verdiği mahallede yaşadıklarına, düşündüklerine, hatırladıklarına odaklanıyor. Appia’nın resminde gösterdiği gibi, kusurlu ve karmaşık parçaların gövdelendiği bir varlık olarak anlatıcının kendi belleğinin karanlık ve ıssız labirentlerindeki yolculuğu, anlattıklarının yüzeyine yerleştirdiği parçalı görüntülerle ilerliyor. Daha çok belleğinin lekeleri, imgeleri ve desenleriyle. Kâğıdın üzerine ansızın dökülüp, boşluk bırakmadan yüzeyi kaplayan mürekkebi andıran yoğunluk benzeri bir iç döküşle nerede, ne için ve nasıl olduğunu/yer aldığını anlamaya çalışan anlatıcının hatırladıkları, pek de uzlaşmak istemediği duygulanımlarıyla ve izlenimleriyle çakışıyor.
“Bir tek hayatımız var, son düğümün ne zaman atılacağı meçhul; çekiştirmek, sürdürmek, sürüklemek lazım henüz elimizin altındayken. Eski, küçük düğümler zamanla çözülüyor kendiliğinden ya da unutup geçiyoruz. Peki ya bir türlü geçemediklerim, kördüğümler, durup durup oynadığım, beter hale getirdiğim. Her şey eprir, dokunur dokunmaz toz gibi dökülürken, sapasağlam kalmış bu düğümlere sarılmayı çare sananlardan olmalıyım.”
Olanaksızlıktan yeni bir olanak yaratmak için gitme fikrini, benzerlerinin bulunduğu kalabalık arasından sıyrılıp kendisine ait tamamlanma arzusu ve isteğiyle birleştiren anlatıcı, hatırlanan zamanla hatırlama zamanını -bir türlü içine yerleşemediği geçmişine ait boşluğu- olasılıklar dolayımıyla dolduracağını düşünüyor. Bu düşünce, yazarın yarattığı üç uzamla kesişiyor. İlki anlatıcının geçmişini oluşturan, sahiplik duygusunu barındıran bir makam görünümündeki rutin/sıkıcı hayat, yani anlatıcının işini, ilişkilerini ve rutinini terk ettiği hayatı. Arayışın ilk işareti. İkincisi, rutin hayatının zamanına müdahale edip, o zamanı bükeceğine inanarak ruhunun yorgun gölgelerine benzemez olduğunu düşündüğü insanların arasına karışmak isteyip karışamadığı mahalle. Serpmetepe. Yaşanmamışlıklar alanı biçimine bürünen arayış. Üçüncüsü ise; anımsama, hatırlama ve unutma çabasına ait iç sorgulayışlarını dıştan gelen tehditlere karşı koruyacağını düşündüğü defterler. Yazmak. Yaşanmışlıklar alanındaki kayboluş. Bölünmüş boşluğuyla ruhu ve bedeni arasındaki mesafeyi kapatabileceğini düşündüğü (böyle olacağına inanıp inanmadığı sorgulanabilir) yeni bir bellek mekânı olarak yazı.
“Hatırlamaya, yazmaya çalıştığımdaysa o birileri dönüveriyor, telaşları, dertleri, yetersizlikleri ve karanlıklarıyla. Geçmişin aşk ve adanmışlıkla sarmalanmış bir huzurla gelmesini bekler, bunun için kalemi elime almışken huzurla huzursuzluğun gelgitleri başlıyor yeniden. En kötüsüyse pişmanlıkların saldırısı. Bundan sakınmam gerektiğini biliyorum. “Yapsaydım”larla “Etmeseydim”lerden oluşan yaşanmamış zaman ağdalanarak sıvaşıyor her bir köşesine belleğin, sadece bunları hatırlayıp hayıflanmaya dönüştükçe, her şeyi unutmak istiyorum.”
Bu üç geniş uzamın eşiğindeki anlatıcının kişisel tanıklıklarını yazarak inandırıcı kılacağı yönündeki inatçı duygusu (önce ikna olmak için), zamanı bölümlendiren, hatırlamanın önünde yükselen sağlam duvarla çarpışıyor. Hatırlamaya yönelik bir çözüm sunacağını sandığı yazının (anlatıcının zihni) geçmiş-şimdi salınımında yarattığı yok zamanın etrafındaki arayışı ve hareketi (ruhu), rutin hayatıyla, yeni mahallesinin sınırlarındaki istekleriyle, beklentileriyle, arzularıyla (bedeni) karşılaşıyor. Kuramadığı bağlantılarla belleğini bölünmüş bir düzlem gibi konumlayan yaşanmışlıkları sırasıyla değil, olup olmamalarından çok bıraktığı ya da sildiği duyguları aracılığıyla hatırlamak; anlatıcının zihnindeki karmaşaya, duygularının sıkıcı (anlatırken tekrarlayışları) ve boğucu olmasına vurgu yapıyor.
Anlatıcının kaçış ve yüzleşmeme imkânını işaretleyen bu gerçekliği, aslında, anımsamayla unutmanın, hayatla ölüm arasındaki ilişkiye benzerliğini hatırlatıyor*: Simgesel anlamda birinin var olması diğerinin yok olmasına bağlıysa, geleceğin belirsizlikleriyle geçmişin bulanıklıkları arasında bölünen zamanı bellekte kalan izlerle (anılar), bellekte kalan izlenimler (etkiler) tanımlıyor. Anılar, belleğin gizlediği izlerin önünde bir perde gibi salınırken, kaydedilmiş, işaretlenmiş, zihinde eksikliğin birer göstergesi olan izler, yerleşik ilişkilerin yerine farklı ilişkiler kuruyor. Anlatıcının anılarını ve belleğindeki izleri takip ederek ulaştığı yer esasen romanın tümünde anlattıklarıyla iki kelimelik bir soru cümlesine dönüşüyor: Ben kimim? Anlatıcının varlığıyla ilgili olan bu soru, bireysel bellekle kolektif bellek ilişkisini de detaylandırıyor**: Anıların büyük ölçüde kolektif olması, yaşananlar veya görülenler neticesinde olan şeylere ilişkin hatırlatmayı başkalarının yapmasına bağlı. Çünkü fiilen orada olmasalar da hatırlayanın düşüncesindeler. Anıları paylaşan ve daha iyi hatırlanması adına yardımcı başka insanlar, etkileme potansiyelleriyle düşünce ve düşünme şeklini de etkiliyor. Dışsal gibi duran tanıklıkların somut birer hatıraya dönüşmesi için imgelerini bellekle buluşturması gerekiyor. Bu bağlamda anlatıcı, yaşadıklarını ve hissettiklerini karşılaştırarak sonuca varabileceğine dair taşıdığı inancı, geçmişe ve şimdiye ait ilişkilerinin biçimsel kalıplarına dayandırıyor: Serhat ve Nuray’la yaşadıkları (daha çok maruz kaldığı), Eylül’e yaşattıkları (daha çok maruz bıraktığı), Nazlı’yla yaşayamadıkları (bu nedenle tanımlayamadığı).
“O ânı yaşıyormuşçasına hissederek hatırlamak, her geçen gün daha iyi anlıyorum, en başta kendinin karikatürü olmayı göze almakla ilgili. En iyi hatırlayıcılar bunu becerebilenler. Benim gibi yalnızken bile belirli sınırların içinde davranmaktan vazgeçemeyenlerin doğru dürüst hatırlaması mümkün değil hiçbir şeyi, biz ancak maruz kalırız hatıralara- güzel şeyler hatırlamayı, orada, o andaymışım gibi hissetmeyi arzularken kendimi birdenbire çoktan eskimiş (olması gereken) bir korkunun güncel versiyonunun içinde buluvermem bundan.”
Öte yandan Belleğin Girdapları, gündelik hayatının boğuculuğunda yerini, yapmak zorunda olduklarıyla bulmaya; konumunu, başkalarının beklentileriyle belirlemeye alışan anlatıcısıyla yaşantı ve yaşamak mefhumlarındaki çatışmaları (bireysel ve toplumsal) da gösteriyor***: Ki bu, okuru doğrudan romana dahil eden (okur/anlatıcı özdeşleşmesi), başlı başına modern gündelik hayatın, ilişki ve iletişim biçimlerinin eleştirisini barındırıyor. Gerçek ve edimsel olmasından sebep tamamlanmamış görülen yaşantı; barındırdığı potansiyelleriyle, belirsizlikleriyle ve bakış açılarının tümüyle yaşamak, aralarındaki geçişin sürekliliğinde gündelik hayatın yönünü belirliyor. Bu yön, aynı zamanda anlatıcının varlığının kapsadığı zamanın çiftdeğerliliği ve belirsizliğiyle değerlendirilebilir****: Geçmişi bellekte tutmak; geleceği beklentiyle tanımlamak ve şimdiki zamana dikkat etmek. Hissederek hatırlananları ve kederlenerek unutulanları anlatan roman; akıp giden, çoğaldığı yerde kuraklaşan ve azalan hayatı anlatıcısının sesiyle buluşturuyor. Bir diken ucunda herkes kadar.
“Kederle sevinç el ele, durup dururken, yalnızken, yokluklara, boşluklara kahrolurken çoğaldığını hissetmenin şaşırtıcı iç huzuru. Yoklukla sonsuzluğun bıçak sırtı yakınlığını sezmek, iki ucunda birden olmak aynı anda, iki uç arasındaki her şeyin bir parçası duymak kendini, her şeyi kendi parçan bilmek. Ben de mırıl mırıl seslenmek istedim “vardık ki artık yokuz” türküsünü mahallemin (evet ya, mahallemin) insanlarına, geveze sığırcıklarına akşamüstünün, kedilerine ve köpeklerine, onlar duymazdan gelirse sokak lambasının pırpırındaki börtü böceğe, döküntü binalara, önlerindeki parlak arabalara, çere çöpe, küncüden ufağına, hızla yaklaşan kedere, iç sıkıntılarına ev içlerinin.”
* Augé, Marc. (2019), “Unutma Biçimleri”, Çev: Mehmet Sert, syf. 9-25, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.
** Halbwachs, Maurice. (2018), “Kolektif Bellek”, Çev: Zuhal Karagöz, syf. 29-33, İstanbul, Pinhan Yayıncılık.
*** Lefebvre, Henri. (2013), “Gündelik Hayatın Eleştirisi II”, Çev: Işık Ergüden, syf. 229-231, İstanbul, Sel Yayıncılık.
**** Augé, a.g.e, syf. 47.
Funda Dörtkaş – edebiyathaber.net (19 Temmuz 2019)