Geoff Dyer, son dönem çağdaş İngiliz Edebiyatının en önemli yazarlarından. Dyer, deneme, seyahat, fotoğraf, sinema, müzik gibi kurgu dışı yapıtlarıyla beynelmilel bir şöhrete sahip. Geoff Dyer, edebi türler arasında serbest gezintiler yapmayı seven bir yazar. Romandan, gezi yazılarına, fotoğraftan, güncele sanata varana kadar farklı edebi türler arasında özgürce gezintiler yapmaktan hoşlanıyor. Emre Ayvaz’ın kendisini ‘entelektüel serseri’ olarak tanımladığı K24’te yayımlanan yazısında, onu şöyle tanımlamakta:
“Hiçbir konunun uzmanı olmadan ve zaten herhangi bir konunun uzmanı olmayı da umursamadan farklı uzmanlık alanları arasında başına buyruk bir seyyah gibi gezinmek. Entelektüel serserilik. Her konunun alaylısı olmak. Haddini bilmemek. Kendi kendisi için sık sık kullandığı ifadenin (gate-crasher) tatlı Türkçe karşılıklarıyla: “davetsiz misafirlik” ya da “biletsiz seyircilik”.[1]
Geoff Dyer’ın yurtdışında hatırı sayılır bir okuyucu kitlesine sahip olmasına rağmen, Türkiyeli okurlarla buluşması biraz zaman almıştı. Yakın zamanda Türkçe’ye çevrilmiş Bir Hışımla, İçimdeki Yağmur ve Tarkovski’nin Stalker filmi üzerine yazdığı Zona adlı kitaplarıyla Türkiyeli okurlarıyla buluşmuştu. Bununla beraber Dyer’ın geçtiğimiz günlerde Metis Yayıncılıktan çıkan John Berger Bir Fotoğrafı Anlamak kitabını hem yayına hazırladığını hem de sunuş yazısını yazdığını da belirtelim. Bu listeye geçtiğimiz aylarda Sel Yayıncılık’tan çıkan ve Türkçeye çevrilmiş ilk romanı olan Venedik’te Aşk Varanasi‘de Ölüm eklendi.
Venedik’te Son Tango
Venedik’te Aşk Varanasi’de Ölüm iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm Venedik’te Aşk’ta orta yaş krizine girmiş, mesleğinden soğumuş ve hayatından çok sıkılmış, cep telefonu kullanmayan, hissizliğin ortasında kalmış serbest gazeteci Jeff Atman’ın hikayesiyle tanışıyoruz. Jeff Atman, çeşitli gazetelere sanat ağırlıklı makaleler yazmakta. Lakin kendisi bu yaptığı işten nefret etmektedir. İşini bitirmek için bilgisayarın başına her oturduğunda, bu ‘sıkıcı’ işi daha ne kadar yapabileceğini düşünür, istifa edip etmemek arasındaki ince çizgide yürümektedir. Kahramanımız düştüğü bu derin boşluğu nasıl kapatacağını bilememektir. Aklına çok ‘parlak’ bir fikir gelir ve her orta yaş bunalımına düşen erkeğin ilk yaptığı gibi saçlarını boyatmaya karar verir. Boyalı saçlarıyla, kaybolan yıllarını geri almış gibidir artık. Lakin içine düştüğü bu boşluk hissi saçlara düşen aklarla kapatılacak kadar kolay değildir. Onun bu ruh hali Barış Bıçakçı’nın şu sözünü hatırlamaktadır “Her şey anlamını yitirdiğinde, tutarlılık adına, televizyonda yayınlanan La Liga ve Bundesliga maçları da anlamını yitiriyor.” Jeff’in bu karmaşık ruh hali devam ederken, hem Venedik Bienal’inin açılışına katılmak hem de sanatçı Julia Berman’la Kulchur dergisi için röportaj yapmak üzere bir iş alır. Jeff, kendisini 10 yaş gençleştiren boyalı saçlarıyla ve içine düştüğü derin hayat boşluğuyla beraber Venedik’e gider. Venedik Bienal’i sanatın neredeyse hiç konuşulmadığı, ‘herkesin herkesle dostmuş gibi olduğu’, bedava içki ve yemek peşinde koşan insanların bir araya geldiği yerdir üstüne hava da çok sıcaktır. Jeff haliyle burada da mutlu olmaz ve bu sefer de ruhunu ‘Venedik Sıkıntısı’ ele geçirir. Bienal aynı sıkıcı rutiniyle devam ederken, Jeff, Amerikalı sanat galerisi danışmanı Laura ile tanışır ve ona çabucak abayı yakar. Cep telefonu kullanmayı reddeden Jeff ve Laura ikinci buluşma için birbirilerine randevu vermezler, olayları akışına bırakırlar. Kader onlar bir kez daha buluşturur ve aşkları işte o zaman tam anlamıyla başlar. Laura, Jeff için uzun zamandır debelendiği derin boşluğu kapatır, hayatına mana katar. Jeff’in Laura’ya olan aşkı onu Ortaçgil’in ‘Çığlık Çığlığa’ parçasına dönüşür bir anlamda “seni sevdiğimi anladığım günden beri, sesler değişti renkler değişti, yüzümdeki çizgiler başkalaştı..” Laura ve Jeff Venedik’te tutkulu bir aşkın içerisine düşerler. Venedik’in eşsiz güzellikteki manzarası eşliğinde içkilerini içerler, yemeklerini yerler, Bienal’i gezerler, sanat hakkında konuşurlar, birbirilerine arkadaşlarını tanıştırırlar, açılışlara, partilere beraber giderler, caddelerde aylak aylak dolaşırlar yarını düşünmeden, hayatın tadını çıkarırlar. Jeff, Laura sayesinde bir anlamda yeniden hayat döner, onunla yakaladığı uyumun bozulmamasını, birlikteliklerin daimi olmasını isteyecektir haliyle. Lakin Jeff ve Laura’nın Venedik’te son tangosu devam edecek midir? Birbirlerini bir daha görebilecekler midir? Gerisi cevabı bekleyen bir dizi sorular silsilesi, tıpkı hayat gibi…
Varanasi’de Derin Hakikatler
Kitabın ikinci bölümü Varanasi’de Ölüm’de yazar ilk hikayeyi devam ettirmiyor üstüne bize kahramanın adını vermeyip, birinci bölümde üçüncü tekil şahıs olarak anlattığı öyküyü bu sefer direk karakterin ağzından anlatarak, bu karakterin Jeff olup olmadığını muğlaklaştırıyor. Dyer’ın bize ismini bağışlamadığı kahramanımız tıpkı ilk bölümde olduğu gibi İngiliz, muhtelif dergilere yazılar yazan orta yaşlarda bir erkektir. Kahramanınız, Telegraph gazetesinin editörünün Hindistan’daki Varanasi kenti hakkında bir gezi yazısı yazması için teklifte bulunması üzerine Hindistan’a doğru yolculuğa çıkıyor. Kahramanımızın kentle kurduğu ilişki ilk başlarda olumsuz yönde seyir ediyor. Kentin pisliğinden, etrafta özgürce dolaşan maymunlardan şikayet ediyor. Fakat olaylar zamanla tam tersi şekilde gelişiyor. Kahramanımız işini bir an önce bitirip evine dönme hayalleri kurarken, zamanla kentle daha sıkı bağ kurmaya başlıyor ve giderek kentin kendisine dönüşmeye başlıyor. Modern hayatın yoruculuğundan kendilerini bir tür ‘ruhsal arınma’ için Varanasi’ye gelip, şehre sadece tüketim odaklı bakan turistlere gıcık oluyor. Onların şehirdeki maneviyatı hiç bir zaman anlamayacaklarını düşünüyor. “Herkes gibi onlar da yalnızca geçiyorlardı, yalnızca müşteriydiler” Giderek önceki yaşamının ne kadar boş ve anlamasız olduğunu keşfediyor. Hayatı boyunca ne kadar saçma şeylere kahrettiğini, hayatta daha derin hakikatler olduğunu keşfediyor. Her sabah Ganj nehrinde yıkanıyor, tıraş olmamaya başlıyor, üstüne başına dikkat etmemeye başlıyor, ölümü düşünüyor, yaşamın anlamını sorgulamaya başlıyor ve materyalist dünyaya elveda diyor. “Her sabah Ganj’a giriyordum, o da geçip gidiyor ve kalıyordu, geçip gidiyor ve olduğu yerde kalıyordu.”
İronik Anlatım
Geoff Dyer, kitabın her iki bölümünde de oyunbaz ve sarkastik bir dille aktarıyor hikayesini. İlk bölümde Venedik Bienali’ndeki sadece içki içmek, uyuşturucu kullanmak ve rosto için orada olan “yancılar”la dalgasını geçiyor. Pozcu, burnundan kıl aldırmayan fakat sanat hakkında pek de bir şey bilmeyen eleştirmenleri, çağında gerisinde kalmış sanatçıları tüm çıplaklığıyla ve samimiyetiyle resmediyor, onları inceden inceye eleştirmeyi ve güncel sanata dair ince göndermeleri de eksik etmiyor. Fona da Venedik gibi bir şehre yakışacak Jeff ve Laura’nın romantik birlikteliğini ekliyor ve hikayeye hoş bir denge katmış oluyor. Varanasi’de Ölüm’de aşk ve romantizm ziyade ölüm, hayat, varoluş gibi daha ciddi meselelere eğiliyor. Bu bölümde de mizah dozunu hiç azaltmıyor. Hatta ikinci bölümün daha komik olduğunu söyleyebiliriz. Bir nevi hidayet eren isimsiz kahramanımızın manevi dönüşümlerini, okuyucuya nutuk çekerek veya ağır felsefi öğütler şeklinde yapmıyor aksine bütün bunları nefis gözlemelerle eğlenceli ve ironik bir şekilde aktarıyor. Geoff Dyer, kitap boyunca uzun betimlemelere girmiyor, sade ve samimi bir dille anlatıyor hikayesini. Bununla beraber Dyer’ın konuşkan, hikayesini iştahla anlatmayı seven bir yazar. İki öyküde de ana hikayeden bilinçli olarak saparak şehirler hakkında uzun detaylara,bilgilere, sanat eleştirilerine yer veriyor. Bu detayları da okuyucuyu hiç sıkmadan, eğlenceli bir şekilde aktararak hikayeye zenginlik kazandırmış. Bitirirken; Geoff Dyer, son zamanların en heyecan verici yazarlarından, bugüne kadar hiç Geoff Dyer, kitabıyla karşılaşmadıysanız “Venedik’te Aşk Varanasi’de Ölüm” iyi bir başlangıç olabilir.
[1] Emre Ayvaz’ın yeni başlayanlar için Geoff Dyer yazısı için>>>
Can Öktemer – edebiyathaber.net (25 Aralık 2015)