Faruk Duman, Ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur’da, yaşamın, doğanın, ormanın özünü yoğunlaştırıp kitabın yapraklarına bir çiğ damlası gibi düşürüyor ve insanın yüreğinde hüzünlü bir tortu bırakıyor.
Okuduğum bazı kitaplar, tıpkı izlediğim bazı filmler gibi günlerce etkisini sürdürür ruhumun derinliklerinde. Faruk Duman’ın yeni romanı Ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur’u okuyup bitirdikten sonra, hüzünlü bir düşselliğin, masallara özgü buğulu ve belirsiz bir atmosferin günler boyunca iç ve dış evrenimi kuşattığını duyumsadım. Kuşkusuz bu etkilenmede, yazarın olağanüstü dil ve biçem arayışları ve kurgu oyunlarının da önemli payı vardı.
İyi bir edebiyat eserinin nasıl olduğu konusunda bir kez daha düşündüm Ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur’u okurken. Yazar tarafından, metnin içeriğinin biçimi deneyselleştirmesine izin verilmesi; var olan yazınsal kalıpların aşılarak yepyeni oluşumlara zemin hazırlanması… Bu farklılık ve sıra dışılığı yaratırken, dilin olanaklarının genişletilmesi; anlamların çoğaltılarak dil ve imge zenginliğinin sağlanması… Metnin odağından sonsuza doğru genişleyen bir çevrene açılıp okurun iç dünyasındaki duygulara, düşlere derinlik ve hakikilik kazandırılması… Kurmaca dünya içinde yaratılan atmosferin okurda kalıcı bir yer edinebilmesi… Ve daha birçok yazınsal özellik… Ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur adlı bu kısacık romanda, yazın sanatının imkânlarının nasıl genişletilebildiğini keşfetme olanağı bulduğumu belirtmek isterim öncelikle.
Günümüzde yoğun anlamlı kısa romanların, çok olaylı, çok kişili, girift kurgulu romanların yerini almaya başladığına tanık olmaktayız. Son zamanlarda yazılan pek çok roman gibi, Ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur da az sayıdaki sayfalara (dolayısıyla az sayıdaki cümle ve sözcüklere) yoğun anlamların yüklendiği, yer yer metin içi boşluklar ve susku noktaları yaratılıp okurun düşlerini harekete geçirmesinin beklendiği bir roman. Öyle bir roman ki; aynı zamanda masallar dünyasına göndermelerde bulunan; içinde sisli, büyülü bir masal ormanını gizleyen; bir insanlık tragedyasını parsın, ormanın ve kahramanın üzerinden anlatan; her satırda insanı kendi büyüsünün içine çeken, Şamanist izler taşıyan sıra dışı bir metin… Romanın, insandaki merak ve keşif duygularını güçlü bir biçimde harekete geçirdiği de fark ediliyor her satırın gölgesinde.
Ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur’da, yüksekokulu yarıda bırakmış, askerliğini yaptıktan sonra çocukluğunu geçirdiği kasabaya dönen bir gencin kasabadaki günlerine onun anlatımı ve ona özgü bakış açısından tanık oluyoruz. Ve romanın sonlarına doğru öğreniyoruz annenin bir zaman önce ölmüş olduğunu. Anlatıcı, annesini sürekli eski günlerin içinde; yaşarken, konuşurken, ev işleriyle uğraşırken… göstererek, canlandırarak anlatıyor. Çocukluk aşkı Ceren’in ona annesinin ölümünü/ölmüş olduğunu anımsattığı cümleye kadar öğrenemiyoruz bu acı gerçeği. Annenin kaybedilmesi, masalların, düşlerin ve çocukluğun kaybedilmesi anlamına da gelir bir bakıma. Anlatıcı genç, düşlerine, anılarına sımsıkı sarılırken anne imgesini de bırakamıyor…
Romanda mekân olarak, karlı, soğuk ve sert kışların geçtiği, yakınında kurdun, kuşun, ceylanın, parsın yaşadığı bir orman bulunan adsız bir Anadolu kasabası seçilmiş. Mekânın belirli olmayışına zamanın belirsizliği de eklenerek, roman içinde bir “masal zamanı” ya da masallara özgü bir “zamansızlık” yaratılmış; okurken sık sık bir masalın içinde yol alıyormuşuz sanısına kapılıyoruz. Masalın içindeki zaman, bütün olay ve olguları belirliyor; kişilerin yaşantıları bu belirsiz zamanın içinde akıp gidiyor. Roman, yine bir masal gizemi ve belirsizliği ile sona eriyor. “Parsın hüzünle kayboluşu”, hem romana egemen olan hüzün duygusunu, hem de kayboluşun belirsizliğini ifade ediyor. Parsın sonu, uzaktan, ormandan gelen tüfek sesinin sayısı ile anlaşılabiliyor; buna dikkat edince parsın kaybolmasının ölümle özdeş bir kayboluş olduğu/olabileceği sonucuna ulaşıyoruz.
Başa dönersek; romanın anlatıcısı olan genç, yıllar önce ölen babasının çizmelerini giyerek sürekli ormanda dolaşıyor, ırmak boyunca yürüyor. Bazen sık çalıların, ağaçların, yaprakların arasına dalarak ormanın ruhunu duyumsuyor içinde; o ruhla konuşuyor sessizce. Ormanın içindeki her varlığın, her canlının, otun, ağacın, taşın, toprağın, suyun, yılanın dilini keşfediyor; sükûnetin içindeki o derin karmaşayı, çürümenin içinden fışkıran yaşamı, ormanın acımasız kurallarını çok yakından, kalpten görüyor. Ruhu, ormanın ruhuyla bütünleşmiştir artık. Romanda animizmin ve arkaik dinlerin yaşam algısı içinden geçerek, doğayla bütünleşen insanın keşfine çıkıyoruz gençle birlikte. “Ormanda dolanan göz” ün ne anlama geldiğini; onun nasıl bir varlık olduğunu düşünmeye, anlamaya ve düşlemeye başlıyoruz.
Bu romandaki insanlar da Yaşar Kemal’in roman kişileri gibi söylenceler üretirler. Bir “göz” anlatılır yıllar boyu kasaba halkı arasında; ormanda dolanan bu “göz”, her şeye tanık olan, her şeyi bilen bir gözdür. Ormanın uğultusu sürerken bu gözün insanların imgeleminde bin bir şekle bürünmesi, tekinsiz bir varlık gibi ağaçların arasında sessizce dolaşarak gökyüzünde asılıp kalması ve her şeyin içine sinmesi insanı ürpertir: “… ormanda dolanan gözdü; bu göz iri, kara bir dolunay gibi havada asılı durur, durdukça büyür, büyüdükçe bütün dikkatini bizim o zavallı, titrek pencerelerimize vererek. Böylece korkusuz. Belki dışarıya bir adım olsun atmamızı beklerdi.” (s.25) sözlerinde, ormanda dolanan gözün bir anlamda nazarı, uğursuzluğu temsil ettiği; bu durumun Şamanist öğelerle sarmaşan bir özellik taşıdığı dikkati çeker aynı zamanda.
Faruk Duman, 1974 yılında Beypazarı’nda vurulan son Anadolu parsına adadığı bu romanına, Jorge Luis Borges’in, tutsak bir leoparla ilgili birkaç cümlesiyle başlıyor. “Şimdi tutsaksın ama şiire bir sözcük katmış olacaksın.” sözüyle bitiyor Borges’in Yolları Çatallanan Bahçe’sinden alıntılanan cümleler. Yazarın, yarattığı kahraman aracılığıyla anlattığı; ormanda özgürce dolaşan, yaşamını doğal çevre içinde sürdüren parsa dair bir hikâyedir aynı zamanda. Parsın, vahşetin altında gizlediği incecik insan sevgisi ve düşmanları nedeniyle uğradığı yıkım ve zarar, anlatıcının bakış açısından etkili bir biçimde dile getirilir.
Orman yakınlarındaki küçük bir evde yaşayan baba ile oğlu, parsın ve ormandaki yaşamın en büyük düşmanlarıdır; parsı yaralamak, ona acı çektirmek isterler. Tüfeklerini omuzlarından indirip pars ve başka orman hayvanlarına çevirerek dolaşırlar ormanda. Her an atışa hazırdırlar. O kadar vahşidirler ki, parsın yaşamını sürdürmek için ceylanlara yönelttiği doğal vahşet, bu baba oğulun şiddet, vahşet ve kötücüllükleri yanında hiç kalır. Evde ayağı hafifçe aksayan genç bir kızın yaşadığı görülür; babası ve ağabeyi ormana gidince evin işlerini yapan, neşeli görünen bir kızdır o. Romanın anlatıcısı, genç kız ile arkadaşlık kurmaya başladıktan sonra inanılmaz olaylara tanık olacaktır; bunların en kötü olanı, ağabeyin kız kardeşine uyguladığı korkunç şiddettir. Genç, evin penceresinden gizlice baktığında, ağabeyinin genç kızı yatağa bağlayıp onu kemerle kıyasıya dövdüğünü görür. Bu şiddetin arka planında çarpık bir cinsel sevginin yer aldığı gerçeği; yanlış duygularının yarı- farkındalığı içindeki ağabeyin zorlu ve çelişkili durumu; örtük, belli belirsiz bir anlatımla okurun sezgilerine bırakılır.
Ormanda sisin her şeyi belirsiz kılmasının sıklıkla tekrarlanması, romanın dokusundaki belirsizlik ve kayboluş temasını beslediği gibi, anlatılan olay ve durumları da belirsizlik atmosferi içine çekiyor. Doğayla bütünleşen, onunla bir olan insanın, doğayı bütün canlılığı ve varoluşu ile ifade etmesi, romanın görsel açıdan zenginliğini sürekli arttırıyor. Orman gezilerinin anlatımındaki yavaşlığın, sakinliğin; doğadaki seslerin, görüntülerin suskun bir gözlemci durumundaki anlatıcının bakış ve görüş açısından gösterilmesi ve duyurulmasının etkisi o denli yoğun oluyor ki, insanda sıra dışı ve modern anlatımlı bir filmi izliyormuş duygusu yaratıyor.
Ormanın, ağacın, yaprağın, taşın, toprağın sessiz dili yüreklerde derin anlamlar kazanıyor. Anlatıcının çocukluğundaki karlı gecelerden birinde, soba başında büyüklerden dinleyip de dile getirdiği avcı/av hikâyesinde, Avcı Kemal’in parsla; parsın ormanın içindeki gözle özdeşleştiğini görüyor; böylece anlatıdaki öznelerin birbirine dönüşüm serüvenini de ilgiyle izliyoruz. Özneler dönüşüyor, dağılıyor, parçalanıyor, tekrar toplanıp bir bütün oluşturuyor, sonrasında yine parçalara ayrılarak ormanın içine her bir parçasını bırakıyor… “Pars, parçalanmış bir hayvandır. Geceleri ormanda dolaştığı zaman. Vücudunun her bir parçasını, orada onun adına gözlerini dört açsınlar diye ormanın dört bir tarafına bırakırdı. Sözgelimi, bir tüy bir çalılığa takılır, hayvanın geçip gitmesinden sonra ansızın gözlerini açarak. Karanlığı onun adına süzmeye başlardı. Bu, yalnızca tüyün kendi çabasıyla oluşan bir şey değildi elbette. Her yanıyla görmeye, duymaya, koklamaya alışmış bir parsın, kendi parçalarına verdiği bir armağandı.” (s.69) diye anlatıyor genç anlatıcı. Bu anlatımda, kadim Şamanist inançların izlerini buluyor, nesneyle özdeşleşen canlıyı görüyor, nesnenin can bulup bir bütünlüğe varmak için çaba göstermesini ilgiyle okuyoruz. Nesnelerin ruhu söz konusudur burada; insan, canlı varlık ve nesne, bir bütünlük oluşturarak evrensel hakikatin bilgisine işaret ederler. Bu konuda başka bir örnek de verilebilir: “Kapı kapanır, bu sessizlik kapısı bir zaman sonra usul usul genleşir, sonunda açıkça bir kalp gibi atmaya başlardı. Böylece burası evimizin kalbi idi. Sabah soğuklarında yakılacak kömürün, ocakta ısınacak çorbanın, birer uzuv gibi zonklayıp duran odaların kalbi.” (s. 44)
Roman olayının bitimine Rapunzel masalıyla paralellik kurularak işaret ediliyor son sayfalara yaklaşırken. Amansız bir kaçışın içindedir sevgililer, sonu belirsiz yolda asıl önemli olanın “Rapunzel gibi bir kez de olsa dünyanın güzelliklerini görebilmek” olduğu vurgulanır bir an.
Faruk Duman’ın roman dili bilinç akışını andırıyor; ama tam anlamıyla bilinç akışı da sayılmaz. Romanın kahramanı, zihninden geçenleri çoğu kez kısa ve kesik cümlelerle ifade ediyor. Bu cümlelerde bazı gramer kuralları bırakılarak zihnin özgürleşmesi sağlanıyor. Bağlaçlarla başlayan, bağ fiillerle biten anlatımlar, cümleleri farklı biçimde, kuralsızca birbirine bağlayıp, düş ve düşüncelerin birbirine ulanmasını sağlıyor; dolayısıyla zihnin akışı, “anlam ulanması” yoluyla özgür kılınıyor yazar tarafından. Arada kalan boşluklar da okurun yaratıcı imgelemiyle doluyor.
Faruk Duman, Ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur’da, yaşamın, doğanın, ormanın özünü yoğunlaştırıp kitabın yapraklarına bir çiğ damlası gibi düşürüyor ve insanın yüreğinde hüzünlü bir tortu bırakıyor.
Hülya Soyşekerci – edebiyathaber.net (31 Mart 2012)