Hayatta ne zaman, nerede ve ne yapacağımız toplum tarafından belirlenmiş durumda. İster kendi işimizin sahibi olalım, ister bir kurumda çalışalım toplum hep bulunduğumuz konuma uygun davranmamızı bekler. Acaba kendisine uygun olmayan bir ortamda, yanlış bir işte, hatta yanlış bir ilişki içinde olan kaç kişi, bu durumdan kurtulmak için o çok zor olan adımı atmaya karar verip istediğini yapabilme cesaretini gösterir? Herman Melville’in 1853’te yazdığı “Katip Bartleby”, edebiyat tarihine geçen “Yapmamayı tercih ederim” cümlesi ile toplumun bize sunduğu tüm bu mecburiyetlere karşı vurulan sağlam bir iradenin tokadı olarak günümüze kadar güncelliğini korudu.
Yaşadığımız toplumda bize sunulan herşeyi elimizin tersiyle itmek yürek ister. “Katip Bartleby” ise, sesini çok duymadığımız ama inatla içimizde yaşattığımız çarkın en uyumsuz dişlisi. O “hayır” deme özgürlüğümüzün simgesi.
Anlatıcımız, Wall Street’te küçük bir bürosu olan, yaratıcılık gerektirmeyen davalarla ilgilenen, hayatı boyunca riske girmemiş orta sınıf bir avukat. Her şey, verdiği ilan sonrasında kapısında beliren genç katip Bartleby’i işe almasıyla başlar. Başlangıçta işler yolunda gidiyordur, genç katip ofisteki diğer katiplerden çok daha büyük iştahla işlerine sarılır, ofise herkesten önce gelip, en geç o çıkar.. Ancak kısa süre sonra Bartleby verilen bazı işleri tuhaf bir şekilde “Yapmamayı tercih eder”!
Anlatıcımız bunun geçici bir durum olduğunu düşünerek çalışkan katibine imtiyaz tanısa da işler daha da sarpa saracak, Bartleby giderek daha çok “yapmamayı”, “gitmemeyi”, “çalışmamayı” hatta “yememeyi” tercih edecektir. Üstelik bunu o kadar doğal ve kendiliğinden yapar ki avukat bu çalışanına nasıl yaklaşacağını bilemez hale gelir. Anlatıcı, ofisini ve zihnini işgal eden bu kâtip’in pasif direnişine hem öfkelenir hem de iradesi karşısında büyülenir. Onların arasındaki bu tuhaf ilişkinin bir benzeri daha yoktur. Bu genç katip avukatın içinde derinlerde yaşayan toplum dışı varlığın simgesidir. Masasından hiç kalkmadan tamamen bir eylemsizlik içinde olan Bartleby’i bizim “duran adama” benzettim okurken. Böyle bir pasif direnişte bulunan insanın ruhuna ulaşmak için elinizden hiç birşey gelmez. Ortada bir suç olmadığı için polis çağıramazsınız ya da uzlaşmak için diyalog kuramazsınız. Bartleby de ofisin ortasındaki Cicero büstünden farksız öylece durur. Ofisteki diğer çalışan herkes Bartleby’e karşı öfkeyle karışık bir hayranlık beslemeye başlar. Çünkü sıkıcı ofis işlerini yapmak istemeseler bile Bartleby gibi bu kadar net dile getiremezler. Üstelik bu tuhaf ve soluk benizli adam yapmamayı tercih ettiğini son derece kendinden emin ve sakin bir şekilde söyler. Tartışacak hiçbir nokta bırakmaz. Tercih etmiyorum.. nokta!
Bu öyküyü ölüm ve yaşamın, aktiflik ve pasifliğin nasıl güçlü bir şekilde yaratıcılıkda rol oynadığı şeklinde de okuyabiliriz. Yaşamak ve var olmak ayrı şeylerdir çünkü. Çoğu insan varlığını ortaya koymadan sadece yaşar ve ölür. Ömrümüzü neyi var etmek için geçirdiğimiz önemlidir. Her insanın içinde yaratıcı bir güç bulunur. Kimileri bu güçten haberdardır ama umursamaz, kimileri farkına varmaz, bazılarımız ise içindeki bu gücün kendisine ne fısıldadığını bulmak üzerine düşünür. Bu düşünme süreci hem heyecanlı hem de risklidir. Çünkü o gücün farkına varıp da kullanamadığın zaman hayat çok yıpratıcı da olabilir ve zamanla kişiyi tüketir. Ancak yaratıcılığımızı kullanarak birşeyler yaptığımızda varlığımızı ortaya koyduğumuzu ve gerçekten yaşadığımızı hissederiz.
Buradaki anlatıcı da kendisine sunulan hayata tamamen entegre olmuş ve bunun için kendi benliğinden vazgeçmiş bir avukat. Bartleby ise onun iradesinin sesi, sisteme başkaldırı isteğinin sembolüdür. Bu anlamda hikayenin, paranın ve gücün tek değer olarak görüldüğü Wall-Street’te geçmesi de manidardır. Kahramanımız Bartleby, efendi-köle ilişkisinde “yapmamayı tercih ederek” bir anlamda rolleri değiştirmiş ve efendisini köleleştirmiştir. Anlatıcının hem diğer avukat arkadaşları hem de Bartleby’le aynı pozisyondaki katipler de durumdan oldukça rahatsızlardır. Hayalet katibimiz onlar için, varoluşlarının sebebi olan bu sistemde bir tehdit unsurudur.
Bir kitabı okurken derinlemesine anlayabilmek için yazarının neler yaşadığına da bakmak gerekir. Çünkü genelde gerçek bir etki bırakan roman karakterleri, yazarın kendi içinden çekip çıkardıklarıdır. Herman Hesse‘nin Bozkırkurdu ya da Dostoyevski‘nin Suç ve Ceza’sındaki Raskolnikov gibi yazarın iç görüsüyle yazılmış karakterleri nerede görsek tanırız. Çünkü onlar gerçektir, hepimizi temsil ederler. Hemingway de kurgulanarak tasarlanmış karakterlerin bir karikatürden öteye gidemeyeceğini söylemiştir. Bana göre Katip Bartleby de avukat da, öyküdeki diğer üç karakter de Herman Melville’den başkası değildir.
Özetle, Katip Bartleby, kendini var edeyim derken yok eden bir insanın hüzünlü öyküsüdür. Esasen eylemsizliğinde ve yapmamayı tercih edişinde kendi varlığını anlamlandırmanın peşindedir o da. İnsan ruhunun derinliklerine ulaşan bu incecik uzun öykü, her cümlesi üzerinde düşünülerek okunduğunda insanın hayata bakışında etkili olabilecek çok güçlü bir yapıt.
Zuhal Demirarslan – edebiyathaber.net (1 Kasım 2018)