Söyleşi: Serkan Parlak
İbrahim Utku Başyazıcı ile Nemesis Kitap etiketiyle yayımlanan ilk romanı “Güneş Duası” hakkında konuştuk.
Utku Bey, ilk romanınız “Güneş Duası” geçtiğimiz günlerde okurla buluştu. Edebiyatla ve özelinde romanla ilişkiniz nasıl başladı, nasıl gelişti ve bugünlere nasıl geldiniz?
Edebiyatla hep ilgiliydim. Evinde kütüphane ile büyüyen şanslı çocuklardanım. Babamın kütüphanesinden Maksim Gorki, John Steinbeck, Victor Hugo, Aziz Nesin, Fakir Baykurt gibi yazarların kitaplarını devraldım. Yanlış hatırlamıyorsam ilk okuduğum roman da Notre Dame’ın Kamburu. Sonrasında ise bu anlamda derdi olan, okuma uğraşı içerisinde insanlar oldu hep etrafımda. İlk düzenli yazma çabası içerisine ise mühendislik eğitimin sırasında üniversite yıllarında girdim. Maalesef bu dönemde yazdıklarımın, özellikle de öykülerimin ciddi kısmı kayboldu. Yazmadan hiç kopmadım ama sessiz geçen uzun bir dönemin ardından yayımlandı Güneş Duası.
İlk romanınızda ilham kaynaklarınız neler oldu; gözlemleriniz, deneyimleriniz, okumalarınız metninize nasıl ansıdı?
Güneş Duası artık mümkün olmayacak deneyimlerin bileşkesi diyebilirim. İlham yerine hatırlama çabası demek daha doğru belki. Benim kaybettiklerim ve benden önce kaybedilenlerin toplamını içeriyor metin. Çok kısa bir sürede hem insan eliyle şekillendirilmiş şehirlerimizi değiştirdik, hem de o şehirlerin etrafında gelişen doğayı tahrip ettik. Denizleri, kumsalları, ormanları ve bunlarla ilişkili bir yaşama kültürüne ait unutulmuş hatıraları arıyorum. Örneğin ciddi bir denizcilik geleneği olan Karadeniz’de artık yelkenden anlayan bir avuç insanı ancak bulabilirsiniz. Garip bir şekilde aynı insanların dedeleri yelkenli teknelerle ticaret yapıyor, yolcu ve yük taşıyordu. Taka diye bildiğimiz tekne aslında bir navlun teknesidir. Bu arayış ve hatırlama çabası içerisindeyken en çok yararlandığım kaynaklar yerel tarihçilerin eserleri oldu, Hüseyin Naim Güney ve Ayhan Yüksel’i sayabilirim bu anlamda.
Romanınızın merkez izlekleri için birey-toplum çatışması, bireysel yabancılaşma, ilişkiler, bellek, hatıralar, kader diyebiliriz. Elinizdeki malzemeyi kurgu için yeniden üretip dönüştürürken nasıl bir süreç işliyor? Özellikle roman türünü seçmenizin nedeni nedir?
Güneş Duası için ilk çalışmaya başladığımda açıkçası ne yazacağımı bilmiyordum. Bu planlanmış, maksatlı bir metin değil. Amacım sadece ben anlatmamış olsaydım belki de kaybolacak bazı şeylerin hikâyesini anlatmaktı. Roman kendi yolunu ve dilini kendisi buldu, nasıl ortaya çıkmak istiyorsa öyle çıktı. Özellikle kaçındığım birkaç şey var metin içerisinde. Özellikle bildiklerimi tarihsel referanslarla yazmak istemedim. Örneğin I. Dünya Savaşı yerine “Büyük Savaş” diyorum veya metnin içerisinde hiçbir yerde kesin bir tarih vermiyorum. Okur metinle bir çeşit zamansızlık hissiyle bağ kursun istedim. Evet, hikâye bir şekilde Karadeniz’de geçiyor ama herkese ve her yere ait olabilir aynı zamanda. Güneş Duası’nı yazmaya özellikle roman veya öykü yazayım maksadıyla başlamadım. Genel olarak roman türü daha çok ilgimi çekiyor diyebilirim.
Romanın merkezinde üç yakın arkadaş var, alışılageldik tarzda bir merkez karakter yok. Yüz yıllık bir zaman diliminde dört farklı kuşaktan izler görünür oluyor. Romanınızın temel malzemesi olan insan ilişkileri konusunda neler söylemek istersiniz?
Romanın ana merkezinde aslında doğa ve doğanın tamahkâr insan ruhu ile mücadelesi var. Belki de romanın asıl ana karakteri doğa demek daha doğru olur. Bunun etrafında gelişen insan ilişkilerinin ekseninde ise kötülüğün nasıl sürekli kendini var etmek için yeni yollar bulabildiği sorusu var. Romandaki bazı karakterler bu anlamda kuşaklar boyu tekrar eden bu habis döngüyü kırmaya çabalıyor. Arka planda ise kötü neden kötüdür, iyi neden iyidir sorularının cevapları aranıyor.
Dünya ve Türkiye özelinde salgın, iklim krizi, savaşlar, göçler ve temel eşitsizlikler üzerinden düşündüğümüzde- ki romanınızda mübadele, Dünya Savaşları ve Çernobil nükleer santral kazasına değiniliyor- yazı aracılığıyla bu zorlu günleri daha az hasarla atlatabilmemiz mümkün mü sizce?
Sadece yazarak iyileşemeyiz ama yaşadıklarımızdan kalan şeyleri unutturmamak için yazıyı kullanabiliriz. Toplum olarak çok derin ve sarsıcı şeyler yaşıyoruz. Belki de sağlıklı kalabilmek için unutmaya teşneyiz ki bu halimiz tarihi çarpıtarak hafızanın alevine su dökmek isteyenlerin işine geliyor. Güneş Duası’nda bazı karakterlerin girip çıktığı “Tarihi yazanların değil, hatırlayanların hatıralarının sığındığı mağarada, gerçeği arayanların kanları kurumuştu,” diye tariflediğim bir mağara var. Gerçekler ve yaşananlar ya bir yerlerde saklı kalacak ya da yazıp, söyleyip hatırlatacağız, unutturmayacağız. Bu anlamda edebiyatımızda çok güzel dönem romanları var. Bugün yaşadıklarımızın muhakkak biraz demlenip yazıya, sinemaya, koca bir edebiyata dönüşmesine ihtiyaç var.
Roman türünde başucu yazarlarınız kimler, başucu romanlarınız hangileri?
Başucu romanlarım ben değiştikçe sürekli değişiyor. Özellikle bütün kitaplarını okuduğum yazarlar çok ayrı köşelerde duruyor. Babamdan miras kalan Maksim Gorki külliyatını bitirdiğimde lisede bile değildim sanırım. Milan Kundera’yı özellikle severim ama beni en çok mutlu eden yazarlar Marquez, Borges gibi “Büyülü Gerçekçilik” çerçevesinde yazanlar.
Utku Bey, son günlerde neler okudunuz? Önümüzdeki dönem için yeni üretimleriniz olacak mı?
Arap edebiyatı ile ilgili hiçbir fikrim yoktu. Son dönemde Taleb Alrefai’nin “Kaptan”, Tayep Salih’in “Zeyn’in Düğünü” ve Gassân Kenefânî’nin “Güneşteki Adamlar” romanlarını okudum. Sanırım en beğendiğim Güneşteki Adamlar. Yakında ikinci romanıma başlamayı düşünüyorum ama biraz daha zamana ihtiyacım var.
edebiyathaber.net (20 Nisan 2023)