Teknoloji son sürat ilerlerken, zamanı yakalama kaygısıyla peşine düştüğümüz elektronik malzemelerle zihnimizin düşünce algısı da bozulmaya başlar. Duygu salınımlarımız yavaşlar. Bir nefes kadar yakın olduğumuz ilişkilerimiz, hızın içinde iyicene aşınır. Bu yüzden elektronik postalarla birbirimize aktardığımız cümlelerimiz eksik, aksak, anlaşılmaz biçimde ilerler. Böylesi bir bozulmanın saldığı iç sıkıntılarla insan ruhu, ister istemez, bir boşluğa doğru sürüklenir. Debelenir yalnızlığının içinde. Kimi sabırla Godot’yu bekler, kimi de beklemeyi bırakarak, dökülebileceği bir mektup arkadaşının peşine düşer.
İnsan duygularını harekete geçiren, düşünceyi parlatan ve anlam arayışının yolunu açan, iç döküm bahçeleridir mektuplar. Zamanın tanıklığında, sorular sorar, cevaplar arar. İki insanın yazı ile paylaştığı an ruhun çıplaklığıdır. Etkilidir ve özneldir. Bu nedenle yazılan mektubun cevabını müjdeleyecek olan postacının yolu hep gözlenendir.
Sema Güler, Kemal Dinç ve Muzaffer Oruçoğlu’nun paylaştıkları, “Üçlemeler: Mektuplar, Hikayeler, İzler” kitabı, bizleri mektuplarla buluşturur. Edebiyat, resim, müzik ve felsefe konularını harmanlayan bu mektuplar; belleğin açılımlarını genişletir. Sanatın varoluş sancıları, sanatçının sancılarıyla çarpışırken öznelliğe dayatılan buhranların nedenini de sorgulatır.
Şair Sema Güler’in iç döküm bahçesi daha çok Arin’dir. Her mektubun bir öyküsüyle birlikte derin sızıları vardır. Bunlar bazen şiirsel bir yola evrilirken yazarın, sayıklama anlarını açık eder.
“Bana öyle geliyor, bu gece kalbim çatlayabilir (…)“
Çatlayan bir kalbi şair Levent Karataş’ın gönderdiği, kısa bir mektupla onarır, Güler. Heidi masalının başkarakterlerinden Peter’e benzetir onu.
“İnsan korkuyla da artabilir Arin”/ “göz kalemi ile yüzümü yıkadım aynaya”
Güler’in mektuplarında, Godot’yu beklediği anlar vardır. Bu yüzden “Silahlarımı bırakıyorum.”der. Ancak aradığı anlamları bulmanın peşini hiç bırakmaz. Yanıtlanmayacağını bildiği sorular karşısında, silahlarını almayı da bilir. Güler’in üstü kapalı mektuplarındaki derin anlamlarla yüklü cümlelerinin içinde aforizmalarla da karşılaşırız.
“Aidiyet sorunu gök cisimlerinin bitip tükenmeden dönmesiyle daha derinlerde yatan bir yarı-deli bilgi değilse, nedir?”
“Ağaç ile insan arasındaki sınırın aşılması, insanın varoluşu açısından kusursuz mekândır.”
Okuduğumuz bir kitabın cümlesinde, bir müziğin notasında, bir ressamın renklerinde çıkıverir ortak hafızamızda tazelenen acılar. Zaman, mekân şimdinin içinde biçim değiştirirler sadece, oysa savaşlar doymak bilmezler tarafından hep tekrarlanır. İnsan teninde bu yüzden kan eksik olmaz. Dersim Katliamı’nın devam ettiği bir ironi değildir; Güler, Dinç ve Oruçoğlu’nun yazdıklarında. Bugünle buluşması da bir tesadüf değildir. Kapitalizm çıldırmış bir makinaya dönmüştür, Dersim’i bugüne taşıması bundandır. Teknolojinin imkânlarıyla artık şehirleri yerlileriyle birlikte imha ederek, bir hafriyat kamyonuyla istifler. Kitapta yer alan üç yazarın ortak derdi, bitmez savaşlardır. Sisteme karşı uyumsuzlukları bu derttendir. Peki, böylesi uyumsuzlar, o hiç gelmeyen Godot’yu beklemeye devam ederler mi hiç?
Müzisyen Kemal Dinç’in rüyaları, hikâyeleri, anıları ve mektuplarında kullandığı dil daha cesurdur. Zamanın, taşları sert ve kaygandır. “Otoritenin, disiplinin, hazırol’un ne demek olduğunu ilkokul öğretmeni Serpil Hanım’dan öğrendik; önce sağ, sonra sol, ertesi gün ise ikisi birden çekilen kulaklarım vücut ağırlığını tartamayıp yarıya kadar yırtılmıştı.” der Dinç. Ardından, “Konuşmazsak kekelemeyiz.” Bu nedenle öfkesi henüz seyrelmemiştir. Farklı deneysel metinlerinde Dinç’in, yeraltı edebiyatı sayılabilecek hikâyeleri vardır. Cüce, Baloncu ve Macit, kulak tıkanan, görmezden gelinen ya da umursanmayan o yerlerden, kenar mahallelerden çıkmıştır.
“Kör olmuştuk, taş arıyordum. Ağlama sesiyle irkildim. Macit yere kapaklanmıştı. Büyükler sakindiler önce, fısıltıyla konuştular, duymadım. Sonra çığlıklar içinde eteğinden bir parça aldı kadın, çenesini bağladı Macit’in”
Dinç’in müziği aslında metninden uzak değildir. Fakat bu kez bağlama ve halk müziği yerine, sanki o trampetle müziğe başlayan çocuğun iç sesini çıkarmıştır. Trampetin çağıran sesiyle cazın atışmasına katılabilirsiniz ya da bir kenar mahalleden kulağınıza ulaşan Rap’in isyankâr ritim ve sözlerine eşlik edebilirsiniz, onun yazdıklarında.
“Din ahver / Cennet havra / Devlet erk / Dil dişi./ El tro jübilo’dur / Erkek/ boz’dur/”
68 kuşağının, önder kadrolarında yer alan, Muzaffer Oruçoğlu’nun mektupları, doğa, felsefe, siyaset ve insan ilişkilerinin yanı sıra karakter analizlerine yöneliktir. Bilmişlik değil, bildiklerini ileri götürmenin arayışını sürdüren bir dildir kurduğu. Sorgu ve eleştiri bu nedenle fazladır Oruçoğlu’nun mektuplarında. Yazıştığı karakterler oldukça ilgi çekicidir. Nalan, Gül, Veyis, Yusuf, Mehmet… Karakterlerin bakış açısını genişletir niteliktedir verilen cevaplar. Onun iç bahçesinde sararmış otlalar ve dikenler fazladır. Oysa otların ve dikenlerin arasında aydınlık yolları gösterir. Yeter ki cesaret edip, her türlü yara ve berelere rağmen o yola girebilsinler. Gül’e yazdığı bir mektubunda Nietzsche’yi belki de bu yüzden eleştirir, Oruçoğlu.
“Nietzsche, yani kendini haddinden fazla beğenmiş bu soylu seçkinci ruh, bu klasik filolog, felsefenin sayılı kilometre taşlarından birisi olarak görünüyor bana; aykırı, derin, entelektüel cinnetin bilinci olarak görünüyor. / İnsanı kendi gölgesine sığındırıp sığınması konumuna düşüren, güçsüzleştiren her şeye karşı çıkıyor ve özgürlüğün dışında hiçbir otorite kabul etmiyor. Bu yönüyle, diğer filozofları aşıyor. Buna rağmen özgür değil, bilim ve sanatın incelttiği otokrat bir ruhtur o. Dionizyak barışçıl bir iklim içinde ilerleyişin ve yükselişin ruhudur. Kitlesel galeyanlardan, devrimlerden korkuyor.”
İnsanı insan kılan, hareket ve eylem olmazsa olmazıdır. Godot’yu beklemekten hızla vazgeçmek önemlidir Oruçoğlu için. Elbette istenç gereklidir. O ışığı görmediğinde, “Boşver. Kumlara göm gövdeni. Denizi saran aşk gibi. Dalgalara ve dalgana bak.” diyebilir, iç bahçesinden orkideler dökenlere. “Hayat zalimdir. Kurban olurum gül memelerine.” sözüyle de gönlünü alabilir.
Üçlemeler kitabında üç ayrı dil ve üç ayrı yazarın mektup ve hikâyeleri, düşüncenin ve anlamın derinliğini açacak boyuttadır. Okuma istencini arttıran bu mektuplar, okuru zihinsel bir yolculuğa çıkarırken sorduğu sorularla da tartışma zeminine açıktır.
Tekgül Arı – edebiyathaber.net (16 Haziran 2016)