“İyi bir Hayat” romanında James Wood, emlak yatırımcısı altmış sekiz yaşını yeni bitirmiş Alan Querry’nin ve yetişkin iki kızının etrafında gelişen bir aile hikâyesi ile toplumun en küçük topluluğu olan aile kavramı üzerine odaklanıyor. Nedir aileyi aile yapan özellikler? Her aile mutludur? “İyi bir hayat” dediğimiz klişe söylemler gibi “iyi bir aile” den söz edebilir miyiz? gibi sorular etrafında romanını oluşturuyor.
Baba Alan bir emlak yatırımcısıdır. Emlak işine girme fikrini ona babası vermiştir. Durham’dan, sonra Newcastle’da, New York’ta, Manchester’da başarılı bir emlak yatırımcısı olmuştur. Vanessa ve ondan yedi yaş küçük olan Helen adlı kızlarını annelerinin başka bir adam ile yaşamak için evi terk etmesiyle çocukları ile beraber yaşamıştır. Doğal olarak boşanma ile ailede her şey değişmiştir. Kızlar sıkıntılı bir boşanma sürecinden sonra ergenlik çağlarını baba evinde yaşamışlardır.
Kızlar bu felakete farklı tepkiler verir. Büyük kardeş Vanessa kendi içine kapanır. Dışa dönük ve daha yırtıcı bir karaktere sahip olan Helen ise babasının tarafını tutup, annesini suçlar. Vanessa çekingendir, naziktir, zor öfkelenir. Çalışkan ve mahremiyetine çok düşkündür; boşanma olayında taraf tutmaz, sadece susar, ortalıktan çekilir. Hep yukarıda, o odasındadır, yatağına uzanıp kitap okur. O yalnızlığı içinde annesini çaresizce özler. Vanessa boşanmadan sekiz ay sonra bir depresyon geçirir. Terapi tedavisi sonunda iyileşir, daha mutludur, derslerine yönelir, ciddi felsefe ödevleri onu cezbeder. Ara ara Helen’in değişiyle “cinleri” onu rahat bırakmasalar da, bu krizler kısa sürer. On beş yaşında iki gün ortadan kaybolması, yirmi bir yaşındayken koca bir ay boyunca yataktan kalmayı reddeden, dört yıl sonra doktorasını yarım bırakmanın eşiğinden dönmüştür.
Romanın anlatı zamanında Vanessa kırk yaşına gelmiştir. Helen’den daha sessiz, daha yumuşaktır. Yedi yıldır Skidmore College’da felsefe dersi veriyordur. Başarılı bir akademisyendir, hatta bir makalesi oldukça iyi karşılanmış, konferanstan konferansa dolaşmıştır. Sevgilisi Josh, Vanessa’nın yalnızlığını sonlandırmıştır, aşırı düşünmesini, aslında hiçbir şeyin yaşamaya değer olmadığı yolundaki baş döndürücü duygusunu sonlandırmıştır. Josh onu çok seviyordur. Ama Vanessa’nın yürek daralması kelimelere sığmaz. Her şeye fazla anlam yükler, fazla düşünür. Geceleri uykusuzlukla boğuşur, sabah kalkmakta zorlanır. Bu şartlarda Josh onunla birlikte yaşamaktan korkar, er veya geç Vanessa’yı terk etmeyi düşünür.
Helen otuz üç yaşındadır, Vanessa’dan yedi yaş küçüktür. Görünürde daha kendine güvenli, algıları kuvvetli, esprili ama iğneleyici baskın bir karaktere sahiptir. İş yaşamında başarılı olmuştur. Şirket muhasebecisi olarak başladığı işte yönetici olmuştur. Londra’da Sony müzik şirketinde önemli bir pozisyondadır. New York’a yılda beş altı kere yeni müzik gruplarını dinlemek için geliyor, Lincoln limuzinleri ile şehri kolaçan ediyor, bazı hafta sonları “efsane olmuş” bir müzik yapımcısının evinde geçiriyordu. Babası Helen’in bu başarılarına büyük bir saygı duyuyordu. Kendisi onun yaptığını asla yapamazdı; çok sosyal bir işti, üst üste toplantılar, sözleşmeler, aşırı yalakalık, gidilen partiler ve alkolden oluşan bankacılıktan, hukuktan farksız yoğun tempolu bir hayattı. Evlidir, kocası Tom otuz yedi yaşındadır. İkiz çocukları vardır.
Helen sadece “ev hanımı” değil; anne, eş ve iş kadını olarak hayattaki rolünü almıştır. Görünüşte Helen’in rayında giden bir hayatı olsa da, onun da sorunları vardır. Evlenmeden önce üç yıl beraber yaşadığı kendinden yaşça büyük olan kocası ile evlenmiş, ikiz çocukları olmuştur. Tom iki yıl önce nerede ise evi terk etmiştir. Araları düzelmişse de Helen eşinin evde üstüne düşeni yapmadığından, ona yardımcı olmadığından şikâyetçidir. Uzun süren yorucu iş toplantılarından eve çok yorgun döner, Tom’dan yardım bekler. . .İş-aile dengesi arasında gidip gelmektedir. İyi bir anne, iyi bir eş olmak zorundadır. Evde işi bir hayli yüklüdür. İşinde çalışırken aklı bir yandan da evdedir. Bu durum onda sıkışma hissi, kaygı, anksiyete oluşturmuş, bir anlamda tükenmişlik içine girmiştir. İş yaşamında bir dönüm noktasındadır; çalıştığı şirketi de terk edip kendi şirketini kurmak istemektedir.
Baba elinden geldiğince onlara karşı mesuliyetlerini yerine getirmeye çalışmış, annelerinin yokluğunu pek hissettirmemeye çalışmıştır. Zaman içinde annelerinin erken ölümü ile kızlar bir kere daha sarsılırlar. Bu erken ölüm anne ile beraber yaşamasalar da onlara bir ikinci travma olur. Baba yıllar sonra tanıştığı Candice ile ikinci bir evlilik yapar. Bu genç kadında aradığı mutluluğu bulmuştur. Zaman çabuk geçer, kızlar büyüyünce baba evini terk edip herkes kendi yolunu çizer. Kızları koruyamadığını onlara yardım edemediğini düşünür. Helen Vanessa’dan daha dirençlidir, kendi ayakları üzerinde durur. Ya Vanessa?
Baba Alan’ı huzursuz, hassas, kırılgan görürüz. Kendini yaşlı hisseder. Gençlerle birlikte olduğunda farklı görüşleri ile nesil farkı ortaya çıkar. Otuz yıl önce kendi kurduğu Querry Holdings’in en büyük binalarının bulunduğu dört şehirde, emlak değerlerinin aniden düşmüştür. Daha başından beri şirketin kendisinden daha uzun ömürlü olmayacağını biliyordu. Ama yeterince geleneksel biri olduğundan geri kalan ailesine para ve mülk bırakmama düşüncesi veya daha beteri borçlar ve dağ gibi sorunlar bırakmak onu kaygılandırıyordu.
Her iki kardeş de süreç içinde farklılaşmış ve önceki hallerinden tamamen farklı bir yapıya bürünmüşlerdir. En önemlisi de birbirlerinden kopmuşlardır. Helen adeta güçlü bir rüzgâr gibi yükselmiş ancak kendi kariyer yolculuğunda adeta bir “meltem” gibi savrulmuştur. Bugüne gelindiğinde Querry ailesinin varlığından söz etmek mümkün değildir. Aile bireyleri her biri ayrı şehirlerde yaşamakla hem mesafe olarak hem de bağlılık olarak birbirlerinden uzaklaşmışlar, aile arası bağlar zayıflamıştır.
“İyi bir hayat” bu aile tablosu ile karşımıza çıkar. Görünüşte herkes yolunu çizmiştir ama olaylar hiç de öyle gelişmez. Vanessa’nın sevgilisi Josh’dan Helen’e gelen bir mail ailenin tekrar bir araya gelmesini, Vanessa’nın yanlarında olmalarını istemektedir. Josh, Vanessa’nın derin bir depresyona girdiğini yazmaktadır. Bu bir yardım çığlığı, bir imdat işaretidir. Vanessa’nın daha önce böyle ruhsal sorunlar yaşadığını bilen aile, telaşlanır. Anlaşılan yolunda gitmeyen bir şeyler vardır. Böylece Vanessa’ya destek olmak için aile tekrar bir araya gelir. Oysa yalnız Vanessa değil, hepsinin sorunları vardır. Baba altmış sekiz yaşındadır, hayatının bu evresinde kendiyle hesaplaşma içindedir. Onu yaralayan, yargılayan iç sesi devrededir, onu hiç rahat bırakmaz. Mali sıkıntılar içindedir. Kızlarından gizleyemediği “derin bir yorgunluk” içindedir. Helen’in ise aklı karışıktır. Evliliğini düzene oturtamamıştır; eşiyle ilişkileri iyi gitmemektedir. Ayrıca iş hayatında da önemli kararlar arifesindedir. Ve sorunlar sıralanmaya başlar…
Her şeyden önce ailenin tüm fertlerini derin etkilemiş olan annenin evi terk etmesine odaklanalım. Travmanın ne olduğuna dair bir beyin jimnastiği yapalım. Fransız yazar Leon Bloy’un “Acı geçer; ama acı çekmiş olduğumuz gerçeği, hep bizimle kalır.” yorumu travmayı açıklamak için iyi bir başlangıç gibi geliyor.
Psikologlar depresyonun kişinin kendisini korumak için başvurmaya mecbur kaldığı bir yöntem olarak yorumluyor. Kişi kendisini ele alan iç baskıyı bulup ortadan kaldırmaya, ruhuna yük bindiren iç baskıyı rahatlatmak ister. Depresyon, insanın konuşamadıklarının onun yerine konuşmasıdır. Psikologlar travmayı şöyle ele alıyor: Ruhsal (ve aslında fiziksel de) hastalık dediğimiz şey, ruhun kendisini savunmak için bulduğu yöntemdir.
Travma geçirmiş biri, artık aynı insan değildir; çünkü travmaya neden olmuş şey artık çoktan ortadan kalmışsa da kişi ona travma yaşatmış durumu yeniden yaşamaktan o kadar korkar ki ona o durumu başka bir düzlemde hatırlatacak bir şeye karşı bir tepki verir. Yaşanan bir şokun üstesinden gelmenin en iyi yolundan biri bunun ne anlama geldiğini hissetmek ve o şey hakkında konuşmaktır. Susmak yaralanmış insanların en büyük düşmanıdır.
Bu noktada Querry ailesinin toplantısı önem kazanır. Okur olarak herkesin bir araya geldiği bu günlerde sorunların üzerine konuşmak, sorunlara çözüm arayışında olmak gibi bir rahatlama içinde merakla okumaya devam ederiz. Aile sorunlarını silmeyi, unutmayı değil, sorunların üzerine gidip onları anlamaya çalışacaklardır diye umut ederiz. Oysa hayal kırıklığı yaşarız. Aile toplantısı sorunların halının altına süpürüldüğü, görmezden gelindiği bir ortama dönüşür. Aile sırlarına gömülmüştür. Sırları onların mahremidir. Her birinin kendi kişisel sorunları vardır. Ailenin her ferdi hoş olmayan gerçeklerle ya da gerçek ıstıraplarıyla yüzleşmeye hevesli değildir. Nihayetinde insan yapısı çok karmaşık ve muammalıdır. Başkalarıyla ilişkilerimiz çok çapraşık bir biçimde faaliyet gösterir. Gerçekle yüzleşmek cesaret ister. Bu adımı atamazlar. Bu sırları kendi aralarında çözememeleri, dile getirememeleri, ailenin zehri olur. Bu zehir akıtılmadıkça kurtuluşları yoktur.
Psikologlara göre insana zarar veren, kişiyi hasta yapan geçirdiği üzücü olaylar değil, bu olaylar sırasında çektiği acılarından söz etmemesi, onu dile getirmemesi, öfke, hiddet, çaresizlik gibi duyguları göstermemesinin karşısında duyduğu ümitsizliktir… Kişiyi, hasta eden şey, çektiği acı değil, acının bastırılması ve onunla yüzleşememesidir. Bu duyguları dışarıya akıtamadıkça bu duygular bir irin gibi ruhunu ele geçirmiştir. Biriktirdiği, içinde hapsettiği bu duygular aynı zamanda ruhunu da hapsetmiştir.
Bu durum yalnız babanın karşı karşıya geldiği durum değildir, her iki kız da ağızları bantla kapatılmış çocuğa benzer; dilsizleşmişlerdir. Duyulmak için çırpınsalar da sessizleşmişlerdir. Oysa gerçek bir ilişki, herkesin duygularını itiraf edebilmesi ile mümkün olur. Bunun gerçekleşmesi iyi ve mutluluk vericidir. Ancak ailelerde, bu nadir görülür.
Toplantıdan ayrılırken Helen şöyle düşünür: Babası onu anlamamıştı, Vanessa hiçbir zaman tam anlamamıştı. Eşi Tom da anlamıyordu aslında. Hayatında müzik arkadaşlarından, anne babasından, sevgililerinden çok daha güvenilir olmuştu. Helen’in hayatında müzik önemliydi, Vannessa için de felsefe.
Bu noktada bireyin yalnızlığına odaklanabiliriz. Şu küçücük bedenlerimizin içinde akıl almaz büyüklükte bir dünya var. Ve tıpkı dışımızdaki dünya gibi içimizde bereketli ovarlar, çölleri yıldızlı gökler, engebeli dağlar bulunur. Yaşam boyunca dışarıda bir yolculuğa çıkmaz içeride de yolculuklara çıkarız. Sadece dışarıdaki engebelere takılıp düşmeyiz, içimizde de pek çok engele takılıp görünmez bir yerlere yuvarlanırız; dünyanın çölleri ne kadar ıssızsa, ruhun çölleri de en az o kadar ıssızdır. Kimi zamanlar ruh, büyük kum fırtınaları yüzünden nefes alamaz hale gelir. Kimi zaman yıldızlı bir gök nasip olur. Ama hiç biri kalıcı değildir. Ve biz bu farklı ruh hallerimizi insanlardan saklamak için didinip dururuz. Bunu niçin yaparız? Bilemeyiz. İnsan sadece en yakınındakileri değil, kendisini de hiçbir zaman bütünüyle tanıyamaz. İçimizde hiç konuşulmamış bazı cümleler, bütün ağırlığıyla ruhumuza çöker. Kimse bilmez ama biz biliriz. Aslında o konuşulmamış cümleleri saklamak için ne kadar gayret gösterdiğimizi kimse bilmez, biz biliriz. Tek bildiğimiz bazı cümlelerin içimizde saklı olduğunu, onlardan hiç söz açmayacağımızı. İçimizde sakladığımız sözlerin ne denli ağır olduğunu ancak biz biliriz. Herkesten sakındığımız, hatta kendimize bile ifşa etmekten kaçındığımız, sakındığımız o cümleler nerelere uçup giderler, bilemeyiz. Dilini yokluyorsun, yok, bir muamma! Bizde doğan ve batan güneşlerin haddi hesabı yok. Sonunda kabul edersin ki, iç dünyan karmaşık bir yerdir. Onu ele geçirmek, sınırlarını belirlemek için ne kadar uğraşsan, her an tehlikeye bir bölgeye gireceksin.
Düşünün ki insan kendi hayatını tanımakta dahi zorlanıyor; başkalarının hayatını bilmek ise neredeyse imkânsız; en yakınlarımızın bile. İşte edebiyatın gücü bu noktada karşımıza çıkıyor. Dilimizin ucundakini ama daha önce ifade edilmemiş bir düşünceyi dile getiriyor, bilinmeyenle bir bağlantı kuruyor. James Wood “İyi bir Hayat” la farklı bir tarzda soru sormayı, toplumla ilgilenmeyi, en zor fikirleri sade bir dille ifade etmeye çalışmış.
“Sanatın asıl amacı” diyor Tolstoy, “insan ruhuna dair hakikatleri söylemektir, gündelik sözlerle söyleyemeyeceğimiz bütün sırlar dile getirilmelidir. Sanatçının kendi ruhunun sırlarına odakladığı bir mikroskoptur sanat, böylece insanlığın tümüne ait ortak sırları açıklamış olur.”
Hallac-ı Mansur’un şu sözleriyle bitirmek istiyorum: “Cehennem, acı çektiğimiz yer değildir. Cehennem, acı çektiğimizi hiç kimsenin bilmediği yerdir.”
Raşel Rakella Asal – edebiyathaber.net (7 Ocak 2021)