Sabahattin Ali’nin 1940 yılında yayımlanan “İçimizdeki Şeytan” romanı gerek ele aldığı karakterler, gerekse de içinde yaşadığı döneme ve topluma sığmayan anlatımıyla tam manasıyla bir başyapıt. Sabahattin Ali, romancılığının en etkileyici kilometre taşlarından biri olan “İçimizdeki Şeytan”, iki genç insan ve onları çevreleyen insanların; günlük yaşamları, düşünsel ve psikolojik dünyalarına soluksuz bir yolculuğa çıkarıyor.
Romanın başkahramanlarından olan Ömer, Balıkesir’den yüksek öğrenim görmek maksadıyla İstanbul’a gelen ve bir yandan Felsefe öğrenimi gören bir yandan da yakın bir akrabasının iltiması ile postanede pek de lüzumlu görülmeyen bir dairede çalışan memurdur. Fakat okuyucu Ömer’in esas uğraşının aslında ne olduğunu roman boyunca pekte anlamamaktadır zira ne yüksek öğrenime ne de işine dönük bir bağlılığı yoktur hatta keyfine geldikçe işyerine uğramaktadır. Yakın arkadaşı olan Nihat ile arasında geçen diyaloglarda hayatın sıradanlığından, insanların amaçsızlığından bahsetmekte ve lümpen bir elitizmle kendini toplumdan soyutlamaktadır. Hayata dair anlamlı bir beklenti üretmekten kaçınan, günübirlik bir hayat süren Ömer, bu duruma dair kafa yorduğunda ise tüm gayesizliğini, tembelliğini ve olumsuz davranışlarını içinde bulunduğunu iddia ettiği bir şeytana havale etmektedir. Nihat ile arasında geçen bir diyalog da Ömer’in şu ifadeleri bu anlamda oldukça çarpıcıdır:
“Büsbütün daha güzel bir hayat, daha az gülünç ve daha çok manalı bir hayat istiyorum. Belki bunu arayıp bulmak mümkün… Fakat içimde öyle bir şeytan var ki… Bana her zaman istediğimden büsbütün başka şeyler yaptırıyor. Onun elinden kurtulmak boş. Yalnız ben değil, hepimiz onun elinde bir oyuncağız…”[i] Ömer’in bu ifadelerinde de kendini dışa vuran mana arayışı ve tüm olumsuz yanlarını kendisini kontrol eden bir içsel dürtüye havale eden bakış açısı, Macide ile tanışınca biraz duraksıyor olsa da kendi ile ciddi bir hesaplaşmaya girişinceye dek devam ediyor.
Romanın güçlü karakterlerinden biri olan Macide, ortaöğrenimini Balıkesir’de sürdürdüğü sırada piyanoya merak salmış, bu vesile ile de müzik öğretmeni olan Bedri ile tanışmıştır. Bedri ile arasında gelişen öğretmen-öğrenci ilişkisi zamanla niteliği belirsiz manevi bir bağa dönüşmüştür. Fakat piyano kursu vasıtasıyla sürekli yan yana gelen Macide ve Bedri’nin oldukça masumane olan münasebeti, okul müdürünün ilgisine mazhar olması da gecikmeyecektir. İşgüzar bir tedbir ile kursa müdahale eden müdüre, Bedri’nin sert çıkması ve bir müddet sonra okuldan ayrılması ile bu ilişki kesintiye uğrayacaktır. Macide’de gerek Bedri’nin bilinç dışı jestlerinin gerekse de bir tamamlanamamışlık hissiyatının etkisi romanda yer yer kendini gösterecektir.
Ömer ile Macide’nin yolları bir İstanbul vapurunda kesişecektir. Ömer Macide’yi ilk gördüğü andan itibaren ondan etkilenecektir. Macide İstanbul’a konservatuarda okumaya gelmiş ve teyzesinin yanına yerleşmiştir. Fakat Ömer’in de akrabası olan bu kadın, Macide ile Ömer arasında hızlı bir bağ kurulmasına neden olacaktır. Ömer ile Macide’nin tanışıklığının hızlıca gelişmesi ve süreklileşen bir bağa dönüşmesi de gecikmeyecektir. Macide, kendisine oldukça etkileyici ve derin manalı sözler söyleyen bu adama karşı güçlü hisler beslemeye başlayacak, fakat bu ilişki ortaya çıkan sarsıcı bir durum ile boyut değiştirecek ve ikisinin de hayatında bir dönüm noktası olacaktır. Macide’nin babası ölmüş ve ailesinin Macide’nin eğitimi için gönderdiği para da kısa süre içinde kesilmiştir, eniştesi durumdan rahatsız olmaya başlamış ve Macide’nin evden ayrılmasına dek uzanan hoş olmayan durumlara sebebiyet vermiştir. Ortada kalan Macide, umarsız biçimde evi terk ederken Ömer’i kendisini beklerken bulmuştur. Ömer’in bu beklenmedik davranışı Macide’yi kendisine iyice yaklaştırmış ve evlenmeye karar vermelerine vesile olmuştur. Ömer ile Macide her ne kadar roman boyunca resmen evlenmeye muvaffak olamasa da beraber yaşamaya ve hayatı paylaşmaya başlamıştır.
Ömer’in içindeki şeytan olarak adlandırdığı olgu ile mücadelesi güçlü biçimde burada başlamaktadır. Kendince bazı kararlar almaya başlamış, Macide’ye karşı olan hissiyatının da etkisiyle sorumluluk almış ve artık düzenli olarak işine gidip, canhıraş çalışmaya başlamıştır. Fakat aldığı memur maaşı ile aybaşını getiremez olmuş ve ciddi bir geçim sıkıntısı baş göstermiştir. Aslında bu sıkıntıyı geçmişte de yaşamış olmasına rağmen bunu o kadar da dert etmemiştir. Fakat gerek Macide’nin varlığı, gerekse de bu durumun süreklileşmesi ciddi manada Ömer’i sıkıştırmıştır. Ömer yaşadığı bu ilk zorlukta olumsuz davranışlara girişmiş ve yine bir boş vermişliğin pençesine düşmüştür. Burada biraz Macide’den bahsetmek gerek: Macide, Ömer ile olan birlikteliği süresince Ömer’in belki de başka hiçbir insanın göremeyeceği yanlarını fark etmiş, onun tüm garabetini onun farklı varoluşuna yormuştur. Olduğu gibi kabul etmiş ve yaşadıkları sıkıntıları büyütmemiş, bunlara ortak olmaya gayret etmiştir.
Ömer ve Macide’nin çevresi, kısa süre içerisinde Ömer’in ahbapları tarafından sarılmıştır. Nihat, Profesör Hikmet ve yazar, şair gibi sıfatları olan ve hep çok bilen, fazlasıyla eleştiren bazı kimseler tarafından kuşatılmışlardır. Macide bu insanlardan hiç haz etmemiş olsa da bu durumu Ömer’e izah edememiştir. Ömer’in de bu insanlardan haz etmediğini fakat eski bir alışkanlığın etkisi ile bu insanlarla vakit geçirdiğini fark etmiştir. Ömer’in bu durumunu garipsememiş, onun hayata dair güçlü kararlar alsa da uygulayamayan, kendini hayat ırmağına bırakmış kağıt bir gemi olduğunu fark etmiştir. Ne çare ki daha ilk zamanlarda bu kağıt geminin hassas tabiatının çürüyeceğini hissetmiş ve bu korku hep içini kemirmiştir. Ömer’in ahbapları ile geçirdiği zamanlar, eve geç gelmesi ve bu sevilmeyen arkadaşlarla olan münasebetine kendisini de dâhil etmesi her geçen gün artan bir huzursuzluğa neden olmaya başlamıştır.
Macide ile Bedri’nin yolları tekrar kesişmesi de gecikmeyecektir. Ömer’in ahbapları olan ve münevver insanlar gibi görünen şahsiyetlerin davetlerine icabet ettikleri bir gün, ansızın Bedri ile karşılaşmış ve eski ahbaplıklarını yâd etmiş, Bedri hemen Macide’yi tanımıştır. Bu tanışıklık, Bedri’nin onları görmek için sürekli ziyaretlerine gelmesine ve para yardımında bulunmasına vesile olmuştur. Burada Bedri’den biraz bahsetmek gerek: Bedri, Macide ile geçmişte ki ilişkisinin izlerini taşımakta, ona karşı manevi bir yakınlık hissetmektedir. Fakat hiçbir şekilde bu hislerin etkisiyle bir yaklaşım geliştirmemekte, daha çok Ömer’in bir ahbabı hukuku ile davranmaktadır. İçten içe düşündüğünde Macide ile Ömer’i evli tezahür etmekte güçlük çekse de buna saygı duymakta, doğru olduğunu düşündüğü biçimde davranmakta ve bu konuda kendine karşı sert bir tutum sergilemektedir. Gerek Ömer’e gerekse de Macide’ye yol göstermekte, yaşadıkları sıkıntıları atlatmak hususunda kısıtlı imkânları ile destek olmaya çalışmaktadır. Bedri’nin insanları tanımak hususunda ki muazzam kabiliyeti, çeşitli durumlara ilişkin yaptığı yerinde değerlendirmeler Macide’de ciddi bir hayranlık uyandırmaktadır. Macide sık sık Bedri’yi Ömer’le kıyaslamakta ve ne kadar zıt karakterler olduğunu düşünmekte fakat her defasında Ömer’i sevdiğini kendine hatırlatmaktadır.
Ömer’in durumu her geçen gün içinden çıkılmaz bir hal almakta, yanlış bulduğu davranışları yapmaya devam etmektedir. Çalışma arkadaşlarından olan veznedar Hafız Efendi, kendisine sürekli yardım eden kendi halinde bir memurdur. Her defasında borç istediği ve zor durumda dahi onu boş göndermeyen bu adam, gün gelmiş başka birine yardım etmek adına bir miktar parayı kasadan almış ve yerine koyamamıştır. Bu durumun fark edilmesini geçici yöntemlerle ertelemeye çalışsa da buna muvaffak olamamıştır. Girdiği çıkmazın bir hal çaresine bakabileceği fikriyle durumu Ömer’e anlatmıştır. Ömer ise ilk anda bu duruma çok üzülmüş ve elinden bir şey gelemediği için de mahcubiyet duymuştur. Fakat geçim sıkıntısı onu iyice köşeye sıkıştırmış ve “içindeki şeytan”ın en ahlaksız biçimde dışarıya çıkmasına neden olmuştur. Ömer her durumda kendisine yardım eden fakat şu anda çok zor ve çaresiz durumda kalan bu babacan adama şantaj yapmış ve kasadan istediği miktarda parayı kendisine vermezse durumu açık edeceğini söylemiştir. Hafız efendinin ise bu durum karşısında ki tutumu oldukça çarpıcıdır:
“Sana teşekkür borçluyum evlat… Bu dünyanın suratına tükürülmeye değmez olduğunu, bu dünyada suratına tükürülemeyecek bir tek, ama bir tek insan bile bulunmadığını sağlam şekilde ispat ettin. Böyle biri mevcut olsa o sen olurdun ve şimdi buraya gelinceye kadar içimde bir şüphe vardı. Şu kâinatta belki bir de iyi taraf vardır, fakat görmek bize nasip olmuyor diyor ve seni düşünüyordum. Bir daha teşekkür ederim. Beni boş hayallerle avunmaktan, yaptığıma pişman olmaktan kurtardın.”[ii]
Bu bölümde Hafız Efendi, durumun içinden çıkılmaz bir hal aldığını anlamış ve kasadan bir miktar para daha alıp ortadan kaybolmayı kafaya koymuştur, Ömer de bu ahlaksız şantajı tam bu esnada yapmıştır. Hafız efendi, Ömer’in bu davranışı vesilesiyle yaptığının vicdan azabından kurtulmuş ve insanların namertliği konusunda artık kesin bir hükme ulaşmıştır. Ömer ise bu olaydan sonra muazzam bir zihinsel harbin içine düşmüş, kendinden utanmış ve vicdan azabı ile kavrulmuştur. Aldığı para adeta ruhunu kemirmeye başlamış ve duyduğu derin pişmanlığın etkisiyle bu parayı gizlice Nihat’ın evine bırakarak ondan kurtulmuştur. Burada da görüleceği üzere iki karakter de aldıkları kararlar konusunda endişeli olsa da ortaya çıkan durum birini rahatlatmış, diğerini ise tarif edilemez berbat bir haleti ruhiye sürüklemiştir.
Ömer’in içine düştüğü durum daha büyük hatalar yapmasına neden olmuş ve Macide’nin ondan giderek uzaklaşmasına vesile olmuştur. Macide Ömer’i terk etmeye karar vermiş ve bir mektup kaleme almıştır. Ömer’in uyuşamayacağı bir insan olduğunu fark etmiş ama kabahati Ömer’e atmamış, onun aslında hep böyle bir insan olduğunu, aslında değişenin kendisi olduğunu idrak etmiştir. Burada dikkat çeken husus ise düşünüş biçimine Bedri gibi, güçlü bir insan profilinin yaptığı tesirdir. Zira Bedri duruşu, yaklaşımları ve vakur tavırları ile dimağındaki insan şemasına o kadar uygundur ki istemli ya da istemsiz olarak düşüncelerini etkilemiştir. Bir insanın sadece varoluşsal özelliklerinden dolayı bazı tutarsızlıklar, kararsızlıklar teşkil etmesi normal miydi? Bu normal olsa bile hayatını devam ettirmesi için uygun bir gerekçe miydi? Macide bu konuda net bir karar vermişti. Zira Ömer’i aslında tabiatı itibari ile sevmekten vazgeçmemiş ama onunla olamayacağına da kesin kanaat getirmiş ve bu kararını uygulamıştır.
Ömer ise Nihat’la geliştirdiği münasebetin neticesinde şüphelenilerek polis tarafından yakalanmış ve hapsedilmiştir. Bu zaman diliminde Bedri yine yardımlarına koşmuş ve onları yalnız bırakmamıştır. Fakat bu süreç Ömer’in belki de kendini yeniden var etmesinin yolunu açan bir hesaplaşmaya girişmesi içinde oldukça uygun şartlar yaratmıştır. Hayatında anlamsız biçimde tutunduğu zayıf dallardan kurtulup, kendini var etmek adına bir hamle yapmaya girişmiştir. Ömer hapisten çıkacağı gün ziyaretine Macide’yi kabul etmemiş ve Bedri’ye şunları söylemiştir:
“Bugüne kadar ne yaptığımı düşündüm. Bir sıfırdan başka netice alamadım. Hayatta hiçbir şey yapmamış olmaktan daha korkunç ve utandırıcı bir şey var mı? Son zamanlar da “Fena bir şey yapmıyorum ya” der ve kendimi temize çıkarırdım. Fakat hadiseler gösterdi ki fena olmayışım tesadüf eseriymiş, zaruret olmamış. Nitekim hayatın ilk çelmesinde yuvarlanıverdim. İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir. Bende bu cevher fazla miktarda mevcutmuş”[iii]
Bu anlatımdan da anlaşılacağı gibi Ömer’in içine girdiği hesaplaşma; kendisini ters yüz etmesine vesile olmuştur. Evet, Ömer itiraf etmektedir: Eğer bir şeytan vardıysa bu içindeki başka bir mahluk değildi, bizzat kendisiydi, muhakemesini yapamadığı, tutarsızlıklarla dolu hayatı ve bunu yaratan toplumsal çevreydi. Ya içindeki bu cevheri söküp atacak ya da kendisini esir ettiği çelişkileri onu toprağa gömecekti. Ömer, bu durumu kendisi yaratmamıştı, sürekli kendisini çevreleyen insanlar ve toplum onu süratlice bu kanaldan aşağı yuvarlamışlar ve hayatının muhasebesine yapmaya fırsat yaratacak bir etkileri olmamıştı. Bu anlamda Ömer’in aşağıda ki anlatımları dikkate değerdir:
“Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması… İçimizdeki Şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… İçimizde şeytan yok, içimizde aciz var… Tembellik var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: Hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var…”
Romanda Bedri’nin bilgece anlatımlarında aslında Ömer’in çevresindeki münevver gibi görünen insanların çok kişilikli, gerçekte olduğundan farklı teşekkülde insanlar oldukları anlaşılmaktadır. Etkileyici söylemleri, politik nutukları sadece bir görüngüden ibaret olan insancıklar… Esasta meczup ve kendilerini oldukları gibi var edemeyen acizler bütünü olan bu insanlar, dönemin aydın profiline de okkalı bir tokat niteliğindedir. Bu münevverlerin hayata dair tutunacakları en güçlü aidiyetleri: Kiminin parası, kiminin edebi söylevleri, kimininse politik nutuklarıydı. Fakat tüm gösterişine rağmen ufacık bir gedik bulduğunda tüm bayağılığı ile kendini dışa vuran küçük esnaf kurnazlığından fazlasını temsil edemezdi bu insanlar. Burada modern insanın en büyük krizine işaret edilmektedir. Aslında kapitalist modernitenin[iv] toplum ve insan varoluşuna en ciddi tesiri, buradaki aydın karakteri üzerinden oldukça çarpıcı şekilde yansıtılmaktadır. Bu tesir, insanları kendi varoluşsal gerçekliklerinden uzaklaştıran, kişiliklerini, tutumlarını ve düşünüş biçimlerini pazarda satılan bir nesneye çeviren bir makinenin dişlilerini ifade etmektedir. Bu dişliler arasına giren hammadde ile çıkan ürünün uyuşmazlığının yarattığı yabancılıktır bahsedilen. Yalnız biçimsel bir değişime uğramakla kalmayan, kendi tabiatını inkâr edip kimyasını da tahrip eden bir toplumsal depresyona işaret edilmektedir. Bu problem günümüz insanın da en yakıcı problemlerindendir. Öyle ki sevdiğimiz yemekleri, okuduğumuz kitapları, dinlediğimiz müzikleri; bizi kendi benliğimize taşıyan, içsel bir ihtiyacın ürünü olmaktan çıkaran ve sadece toplumun görmesini istediğimiz biçime dönüştüren şey, şeytanın ta kendisidir. Sosyal medyada paylaşmadığı müddetçe yediği yemekten, gezdiği yerlerden haz alamayan, parmağında tek taş pırlantayı görmeden aşkı fark edemeyen insanın krizidir aslında anlatılmak istenen. İnsanların kendilerini sorgulama, davranışlarını muhakeme etmekten uzaklaştıran toplumsal algı, insanın kendi gerçekliğine yabancılaşmasına vesile olmakta ve aslında kalabalıklar arasında derin bir yalnızlığı yaşamasına neden olmaktadır.
Yazımın başında da belirttiğim gibi bu eser yazıldığı zamana ve topluma sığmamıştır. Sabahattin Ali’nin kahramanlarının yaşadığı kriz, günümüz toplumunun ve bunun en küçük hücresi olan insanın krizidir. İnsanın şahsına münhasır var oluşunu, vücudunun bir uzvunda çıkan bir “ben”e dönüştüren ve sürekli gizlemesine vesile olan şey nedir? Toplumun insan düşünüşü, aldığı kararlar ve kararsızlıklarına tesiri var mıdır? İnsanın kendi davranışlarının sorumluluklarını taşımaktan alıkoyan nedir? Dikkatli bir okuma ile bu kitapta bu sorulara dair ciddi sorgulamalar ve cevaplar bulacaksınız.
[i] İçimizdeki Şeytan-Sabahattin Ali -Yapı Kredi Yayınları /Sayfa 97
[ii] İçimizdeki Şeytan-Sabahattin Ali -Yapı Kredi Yayınları /Sayfa 184
[iii] İçimizdeki Şeytan-Sabahattin Ali -Yapı Kredi Yayınları /Sayfa 249
[iv] Buradaki “kapitalist modernite” kavramı daha çok yakın tarihin sosyolojisi ve iktisadı ile ilişkilidir.
Serdar Arin – edebiyathaber.net (30 Eylül 2015)