Doğru ve yanlış gözümüzün önünde bize eşit mesafede dururken nasıl olup da yanlışa doğru adım attığımız deneyimlerin sayısı az mıdır hayatımızda? Bir başkasını kolayca eleştirirken ve yargılarken temel aldığımız kriterler söz konusu kendimiz ya da sevdiklerimiz olduğunda nasıl da dönüşüme/değişime uğrar. Hele işin içinde aşk varsa, duygular nasıl da kör ve sağır bırakır insanı en bilindik doğrulara. Yaşadığımız günlerin medyasına, gazete ve televizyonlarına baktığımızda insan şaşkınlıkla soruyor kendine; doğrunun yanlış, yanlışın doğru, gerçeğin yalan, yalanın gerçek olarak karşımıza dikildiği, neye kime inanacağımızı güveneceğimizi bilemediğimiz bu kaos hiç bu kadar yoğun yaşanmış mıydı? Kötülük ve çirkinlik, baş edilmez bir kirlilik bu kadar devasa boyutlara erişmiş miydi daha önce?
Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan’ını okuduğum günlerde Türkiye önce Özgecan Aslan, sonra Nuh Köklü’nün korkunç ölümleri ile ayağa kalktı. Bir kez daha. Maalesef bir kez daha! Sanki bir roman okumuyordum; Sabahattin Ali sanki bugün yaşıyordu, aramızdaydı, o korkunç katliama maruz kalmamıştı, bugün yaşanan bu korkunç gündeme dair yorumlarını yazmış da onları okuyor gibi ilerliyordum sayfalarda. Gündem, romanın satırlarını desteklemek ister gibiydi; ülkenin şiddete karşı ayağa kalktığı günlerde mecliste milletin vekilleri, o koca koca adamlar, birbirlerini hastanelik edecek seviyede birbirine girmişti.
Geleceğe dair umutsuzluğumuzu büyüten olaylar yaşanırken romanın şu satırlarını okuyordum:
“İnsanların en zayıf tarafları, sormadan, araştırmadan, düşünmeden, kafalarını patlatmadan inanmak hususundaki hayret verici temayülleridir. Dünyadaki yalancı peygamberleri yetiştirmek ve beslemek için en iyi gübre, işte bu bilmeden inanmak için çırpınan kalabalıktır.”
1907 doğumlu Sabahattin Ali, ezilen insanı konu aldığı kadar, toplumun aydın, entelektüel, bürokrat ve sanatçı sıfatı taşıyan kesimini sert biçimde eleştiren öykü ve romanları, şiirleri ile edebiyat tarihimizin en önemli isimlerinden biri. Maalesef bu ülkenin birçok yazar, şair, sanatçısına biçtiği kader Sabahattin Ali’nin yaşamını da 1948’de korkunç biçimde sonlandırıyor.
İçimizdeki Şeytan 1940 yılında yayınlanıyor. Bir aşk hikâyesini temel alarak kurgulanan roman yazarın yaşadığı dönemin Türkiye’sini anlatıyor. Yaşananlar bugünden pek farklı değil. İnsanlar da. Kitabın kahramanı Ömer özünde kalbi temiz, içinde hiçbir kötülük barındırmayan, kitabın diğer ana kahramanı Macide’ye ilk görüşte âşık olan, genç yüreğinde ve ruhunda yaşadığı çalkantılara, çelişkilere ve çıkmazlara Macide’ye olan aşkı sayesinde direnen, hepimiz aşina olduğu kişiliklerden biri. Diğer yandan aynı Ömer kimseye hayır diyemeyen, karşısına çıkan her esintinin peşi sıra sürüklenen, bu özelliğinden dolayı bile bile yanlışların peşinde sürüklenen biri aynı zamanda. Macide ise roman boyunca süren kocaman suskunluğu, sağlam iradesi, sabrı ve sadakati ile Ömer’i kendi ilişkilerinde olduğu kadar roman kurgusunda da dengeleyen, Ömer’in temsil ettiği toplumsal kusurların karşısındaki yıkılmaz insani değerlerin temsilciliğini yapan bir denge unsuru.
Sabahattin Ali, Macide karakteri ile kadının toplumsal rolüne dair çok ciddi bir toplum eleştirisi yapıyor. Kitabın yazıldığı dönemi düşündüğümüzde bu eleştirinin önemi daha da büyüyor. Macide dik duruşu ve sağlam karakteri ile kadının yüceltildiği, toplumdaki yerinin öneminin kalın çizgilerle belirtildiği, toplumun ikiyüzlü ahlak anlayışının ve namus kavramının eleştirildiği bir roman İçimizdeki Şeytan.
Kitabın bence en önemli karakterlerinden biri de Ömer’in çalıştığı kurumda veznedar olan Hafız Bey. Yaşam, kirini öyle kaçınılmaz biçimde herkese bulaştırıyor ki, roman boyunca dürüstlük ve doğruluğun timsali kişilikler bir bir bu kirin içine batıyor. Hafız Bey de Ömer gibi, dürüstlüğünden ve temiz geçmişinden asla taviz vermeyeceğini düşündüğümüz kişilerden biri. Ama işte, Ömer’in tüm hatalarının açıklaması olarak öne sürdüğü “içimizdeki şeytan”, onu da, Hafız Bey’i de, daha nicelerini de kandırabiliyor. Hafız Bey’in dünyanın korkunçluğuna dair tüm ümitlerinin bittiği noktada Ömer’e karşı yaptığı konuşma kitabın unutulmayacak tokatlarından biri. O konuşmadan bir bölüm şöyle:
“Sana teşekkür borçluyum evlat… Bana dünyanın hakikaten suratına tükürülmeye bile değmez olduğunu ve bu dünyada suratına tükürülmeyecek bir tek, ama bir tek insan bile bulunmadığını sağlam bir şekilde ispat ettin. Böyle biri mevcut olsa o sen olurdun ve şimdi buraya gelinceye kadar içimde bir şüphe vardı. Şu kainatta belki bir de iyi taraf vardır, fakat görmek bize nasip olmuyor diyor ve seni düşünüyordum. Bir daha teşekkür ederim. Beni boş hayallerle avunmaktan, yaptığıma pişman olmaktan kurtardın.”
Okuyucu olarak Ömer’in acizliğine, tembelliğine, iradesini kullanamamasına kızıyor, tahammül edemiyorsunuz. Kitap boyunca her bölümde bir umutla Ömer’in içindeki iyiliğin ve doğruluğun kontrolü ele geçirmesini bekliyoruz. Macide gibi, Macide ile birlikte. Ama her seferinde Ömer bizi ve Macide’yi hayal kırıklığına uğratıyor:
“İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması… İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… İçimizde şeytan yok… İçimizde aciz var… Tembellik var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var.”
Macide romandaki varlığı ile, bu korkunç dünyada hala umut olduğunu unutmamamızı sağlayan bir karakter. Umudumuzu ayakta tutan bir diğer ve önemli karakter ise Bedri. Macide’nin lise yıllarında öğretmeni olarak karşımıza çıkan Bedri, Macide ve Ömer birlikte yaşamaya başladıktan sonra yine Macide’nin karşısına çıkıyor, bu sefer Ömer’in eski bir arkadaşı olarak. Romanın bir yerinde Bedri’nin yaklaşık iki sayfa süren bir insan ve toplum tahlili var ki romanın anlatmak istediklerinin özü diyebiliriz. O konuşmadan kısa bir bölüm şöyle:
“Bereket versin herkes böyle değil… Daha sarp yollardan yürüyen fakat buna mukabil insan denecek bir insan olmak isteyenler de var… Belki pek az… Ama var… Unutmayın ki, dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektir. Bu söylediğim gibilerin az ve henüz kendilerini tam göstermiş olmaması, günün birinde iyinin, doğrunun ve kıymetlinin hakim olacağından ümidi kesmeyi icap ettiremez… Bugün şurada burada teker teker yaşayan ve çalışanlar yarın birleşince bir kuvvet olacaklar ve en kuvvetli silahı: haklı olmak silahını ellerinde tutacaklardır.”
Bugüne kadar iki kitap arasında ilişki kuran oldu mu bilmiyorum. Ben Vedat Türkali’nin Bir Gün Tek Başına isimli romanı ile İçimizdeki Şeytan arasında bir yakınlık kurdum. Çünkü Bir Gün Tek Başına’nın Kenan’ı ile Ömer, Günseli ile de Macide arasında çok benzerlik olduğunu düşünüyorum. Kenan da Ömer gibi acizliği ve bir türlü beklediğimiz o adımı atamayışı ile kitap boyunca okuyucuyu çileden çıkarıyordu. Günseli’ye de Macide gibi aşklarının ve kendi doğrularının arkasındaki sağlam duruşları ile bir yanımla hayran olmuş, ama aşık oldukları adamlara karşı zayıflıkları yüzünden suçlayamasam da sitem etmiştim. Her iki kitapta da toplum ve aydın eleştirisi bu ana karakterler üzerinden dile getirilmiş.
Evet, bir bebekten bir katil yaratan karanlığın nedeni içimizdeki şeytan değil, Ömer’in kişiliğinde ifade edilen, hepimizde az ya da çok var olan acizlikler, tembellikler, cesaretsizliğimiz. Sabahattin Ali bu romanında başta Ömer, Macide, Bedri, veznedar Hafız Bey olmak üzere, tüm roman kahramanları ile bize bir ayna tutuyor. O aynaya cesaretle baktığımızda bir şeylerin değişeceğine inanıyorum.
Bedri’nin dediği gibi: “Unutmayın ki, dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektir.”
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (4 Mart 2015)