Burada size Rebecca Solnit’in yazdıklarından söz etmiş olmalıyım. Dahası onun her insana, insandan insana giden her yaşama yolcusuna çağrısı olan düşüncelerinden…
İnsana gitmek…
Hep gösteren ama kendini görmeyen bir ayna gibidir tıpkı.
Vardığınızı sandığınız yerde, bir bakmışsınız ki katılaşan bir bakışla ya da sözle çıktığınız yerden aşağı yuvarlanıp kalmışsınız.
Yeni baştan güç toplayıp gitmek… Belki de kendini Sisifos sananların illüzyonik bakışı gerek onlara. Yılmamak, yüksünmemek… Ötesi inandığı bir şeye kendini vermek, adamak… Yani özcesi üstesinden gelmek…
Ferzan Özpetek’in “Napoli’nin Sırrı” filmini izlerken, anlatılan hikâyenin iki ucundaki bakış/yansıma/yansıtma biçemi yönetmenin söyleme arzusunu birçok öğe ile buluşturuyordu. Gene de orada çizilen karakterlerin birbirlerine uzak/yakın duruşları insanın insana edebilecekleriyle de sınırlı değildi elbette. Yani bir tür yaşama adanışınız yoksa, her şey, hatta her duygu erimeye mahkum!
Evet evet adanışsızlık… Bir tür bilgisizlik gibi bir şey, kendini akışa bırakma, hatta iradesizlik… Sonrası sürükleniş. Ki arzu da bu sürüklenişlerimizin bir parçası…
Şu günlerde elimden düşmeyen Patti Smith’in “Adanmışlık” kitabındaki düşünceler, anlattığı öykülerle yol alırken bir ân önümde uçsuz bucaksız bir bozkır belirdi.
İçinizdeki sessizliği kışkırtan, dahası başka başka renklerin ağışmasına neden olan insan yüzleri, onlarla biriken anılar sökün etti.
Bir sesten geçip bambaşka sese bürünen, adeta kendi göğündeki yıldızların sayıcısı kesilen bir bilici, o seslerden birine tutunarak kendi kılavuzunu gene ses yordamıyla bulan söz dervişi gibi yollara düşürdü beni.
İçinizde biriken tükenmeye hazır ne kadar söz varsa, şu ilk karşınıza çıkan bozkırı aşıp, zaman çöllerinden geçip, başınızı da göğe erdirmeden bir an önce öteye beriye savurarak gitmeniz kaçınılmaz sanki! Hatta âşık ile mâşukluk hallerine düşmeden yol almanız için bunun simyacısı kesilmeniz en doğrusu.
Ötedeki anlatıcı Solnit daha çok izlerden/izleklerden çıktığı yolculuklarda sizi sıklıkla bellek mekânlarına taşır. Oradan yaşanmışlıkların izlerine düşer.
Smith ise, o berideki dünyasında daha da kanatlandırıcı sözlere düşürür yolunu. Öyle ki, o da içinin kazıcısı kesilir.
Şimdi, sözü burada durduralım isterseniz.
Neden mi?
Bu iki anlatıcıyla tek başınıza yol almanız çok da mümkün değil. Çünkü başka anlatılarına da sizi sıklıkla döndürürler. Çıktıkları anlatı yolculuklarında sürekli bir sonrakinin sesini de taşırlar size.
Özü özcesi şudur: Yaşama sorgusunu göz ardı etmeden hayatın anlamına doğru yürümek. Bunu da insandan insana giderek gerçekleştirmek.
Eğer ki insandan koparsanız, kendinizden de uzaklaşırsınız. İçiniz çölleşir, ruhunuz alacakaranlığın yurdu kesilir.
İşte o anlarda ne öfkeniz öfkedir, ne başkaldırınız başkaldırı, ne de sevmeleriniz sevmedir.
Orada, öylesi durumlarda yalnızca yaşama küskünlüğünün sarmaşıklarına dolanmaz; ne deyip ettiğinin farkında olmayan bir ruh/duygu sürüklenişine verirsiniz kendinizi.
İşte bu nedenledir ki, başka sesler/renkler derken; bu bakışla yazılan, hele hele yaşanmışlıklarının, biriktirdiklerinin deneyimlerini oraya taşıyan anlatıcılara yüzünüzü dönmeniz sizin elinizden tutar.
Kibirden, kıskançlıktan, hatta hatta öfkeden arınarak yol alabilmenin yolu da buradan geçer sanki.
Derim ki size açın kapılarınızı, pencerelerinizi bakın birbirinize. Baktığınız bir tek ayna yüzünüzü gösterir, ama kendinize/içinize bakamazsınız oradan. Dönün başka başka aynalara bakın, hatta bazen dupduru bir su birikintisine gidin. Oradan görün kendinizi. Sonra bir akarsuyun sesini dinleyin. Gidin… İnsana, bir yere, bilmediğiniz bir kente, hiç okumadıınız bir kitaba dönün yüzünüzü… Keşfedin yeni sözcükleri; yedeğinize bir sözlük alın yolculuğunuzun daha da şenleneceğini göreceksinizdir inanın…
Gidin…
İçinizdeki uzaklıkları gördüğünüz gibi dışınızdaki yakınlıkların da farkına varacaksınızdır eminim.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (13 Kasım 2018)