İlk defa okuyacağınız bir yazarın bir kitabını alıp okumaya başlıyorsunuz. Başlangıç çok keyifli. Kurgu, anlatım, dil son derece akıcı ilerliyor. Sonra ne olacak diye bakarken, başlangıçla ilgisi olmayan bir bölüme geçiyorsunuz. Boyut değişiveriyor sanki. Bu bir yerde bağlanır diyerek ilerliyorsunuz, ama her şey daha da havada uçuşmaya başlıyor. Her yeni bölümde başka bir hikayenin içinde buluyorsunuz kendinizi. Düşmeyen bir tempo. Neler oluyor bir türlü anlayamıyorsunuz, ama işin ilginç yanı sayfalar arasında ilerlemenin keyfinden hiçbir şey eksilmiyor. Kitabın sonuna geliyorsunuz, kitap bitiyor ama her şey öyle bağlantısız kalakalıyor. Kitabın nesini sevdiniz emin değilsiniz, ama emin olduğunuz bir şey var: kitabı sevdiniz. Arjantinli yazar Cesar Aira’nın ilk okuduğum kitabı Nasıl Rahibe Oldum’un bendeki etkisi bu oldu.
Yazar ve çevirmen Cesar Aira, 100’e yakın yayınlanmış kitabıyla en üretken yazarlardan biri. Ayrıca üniversitelerde edebiyat dersleri veriyor. Kitapları genelde kısa, bazıları 20 sayfalık. Nasıl Rahibe Oldum da 100 sayfalık kısa bir roman. Can Yayınları tarafından Türkiye’de yayınlanan diğer iki kitabı Flores Geceleri ve Seyyah Ressamın Yaşamından Bir Kesit de aynı şekilde kısa romanlar. Aira, alışılmışı zorlayan bir yazar olarak tanınıyor.
Nasıl Rahibe Oldum da alışkanlıkları zorlayan bir roman. Olaylar 6 yaşında bir çocuğun başından geçiyor, anlatıcı da bu çocuk. Bu çocuk kahramanın adı da Cesar Aira. Otobiyografik bir romanla karşı karşıya mıyız emin olamıyoruz, kitapta emin olamayacağımız pek çok şey gibi. Çünkü bazı olaylar o kadar gerçeküstü ve absürt ki, kurgu ile gerçek arasında bocalamamak elde değil. Kahramanımızın cinsiyeti de belli değil, bazen bir oğlan çocuğu olarak ifade edilirken, bazen hanım hanımcık bir kız çocuğundan bahsediliyor.
Okurun en çok kafasını karıştıracak olan ise birbirinden kopuk birçok gerçeküstü olayın gelişimi. Her şey hayatında ilk kez dondurma yiyecek olan -ilk başta kız ya da erkek olduğu belli olmayan- 6 yaşında bir çocuk ve babasının dondurmacıya gidip aldıkları dondurmaları yemeleri ile başlıyor. Bu çok özel bir zaman dilimi çünkü 6 yaşındaki Cesar için o gün sadece ilk defa dondurma yiyeceği bir gün değil, aynı zamanda kendisi için bir kahraman olan babası ile ilk defa bu kadar özel bir olayı paylaşacakları bir gün. Ancak basit bir dondurma yeme aktivitesinde işler çığırından çıkıyor ve ilerleyen bölümlerde baba kendini hapiste küçük Cesar ise hastanede buluyor.
Hastanede yepyeni hikayeler yaşanıyor. Bir çocuğun gözünden sağlık sistemi ve sağlık personeli eleştiriliyor adeta. Hastanede kaldığı günler nedeni ile ilkokula 3 ay gecikmeli başlayan Cesar için okul da yeni olaylar örgüsüdür. Her şey absürttür bu romanda. Okuma yazma bilmeyen Cesar’ın ilk defa tahtaya düzgün yazabildiği şey erkekler tuvaletinde gördüğü bir küfürdür. Ne kadar iyi niyetli bir öğrenci olsa da kendini ifade edemez ve öğretmeni tarafından dışlanır, yok sayılır. Arkadaşları tarafından da dışlanmış yalnız bir çocuktur Cesar.
Bu aşamada bir eğitim sistemi eleştirisi ile de karşı karşıyayızdır sanki. Cesar’da disleksi var mıdır yok mudur, bu da belirgin değildir ama bir bakmışız disleksi konusunda sıkı dersler veren bir çocuk öğretmen çıkar karşımıza. Okulda yok sayılan Cesar, tüm zamanını her biri farklı disleksi sorunlarına sahip 42 kişilik bir sınıfın duyarlı öğretmeni olarak hayal ederek geçirir ve hayalinde her bir öğrenci ile ayrı ayrı ilgilenerek onlara yaşamı öğretir.
“Zira amacım kesinlikle öğrencilerin disleksilerini düzeltmek değildi. Onlara kendi olanakları dahilinde okuyup yazmayı öğretmek istiyordum; ilerleme sağlamak sadece bu kişiye özel sistemde mümkündü.”
“Her yönüyle biliyordum derken abartmıyorum, yaşam devamlı kendi kendini açıkladığından ben de her şeyi biliyordum. Gerçi asıl amacım bilmek ve bildiğimi yapmak değil, bildiğimi açıklamak, öğretmekti… Aklın ve dilin işleyişi o kadar ilginçti ki, bazen öğretmenin de öğrencinin de ben olduğumu, talimatları kendi kendime verdiğimi fark ederdim.”
Cesar Aira, romanında yaşamla dalga geçer gibidir. Kitaptaki anlatım ve cümleler öyle güzel ki, olayların absürt ve gerçeküstü haline, birbirinden kopukluğuna, sık sık “şimdi bu da nereden çıktı!” dedirten olaylar silsilesine rağmen merakla ve keyifle okumaya devam ediyorsunuz. Olayları 6 yaşında bir çocuk anlatsa da anlatı usta bir yazarın kaleminden çıkıyor.
“Yaşama yeni başlamış gibi değildim, başlangıcın kudurmuş acımasızlığını hissetmiyordum, halihazırda hep var olmuş yaşamımı sürdürüyordum sanki…”
“Okuyucularım da fark etmiş midir, bilmiyorum ama zaman daima başka bir zamanı sırtlanıp yanında taşır. Radyonun canlı tekrarlarının zamanı da başka bir zamanı taşıyordu: geçmişi.”
Romanın dilini bu kadar sevilesi yapan etkenlerden birinin de çeviri olduğunu düşünüyorum. Türkçeye kazandırılan üç Cesar Aira kitabının da çevirmeni Egemen İmre’yi kutlamak ve teşekkür etmek gerek. Can Yayınları’nın kitap tasarımlarına imzasını atan Utku Lomlu’nun adını da anmadan geçmeyelim, çünkü kitabın tasarımı da içeriğe ve kitabın ruhuna uygunluğu ile çok başarılı. Romanı okumaya başladığımda çilekli dondurmanın serinliği ve kokusunu hissetmemde kitap kadar tasarım da etkili oldu.
Nasıl Rahibe Oldum, elbette garip bir sonla bitiyor. Havada uçuşan her şey öyle uçuşan halleriyle kalıveriyor. Üstelik o hep beklediğimiz rahibe de yok ortada. Cesar Aira rahibenin nerede olduğunu da okura bırakmıştır belki.
Peki bir romanda her şey birbirine bağlanmalı mı? Romanın ayakları yere basmalı mı? Roman sonuçta makul ve mantıklı bir yere ulaşmalı mı? Cesar Aira okuru benzer sorularla baş başa bırakıyor. Romana dair alışkanlıkları yıkıyor. Aira’nın asıl amacının ise yaşama dair alışkanlıkları yıkmak olduğunu düşünüyorum.
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (2 Aralık 2015)