Dünyayı algılayış, kelimelerle işaretlenen yolların kenarına bırakılan taş gibi, üzerine basanın idrak edemediğine, henüz hüküm vermediği kaygısını bırakır. Bu kaygı, anlam arar. Daha ziyade yanıt. Haliyle yanıt aranana sebep bir soru olması gerekir. Dolaysız anlamsızlığına, dolaylı bir karşılık bulmak isteyen insanın yaptığı, soru sorma teşebbüsüne meyyal olan gerçeği aramakla ilişkilendirmek gerekirse, tanımlamaktır. Tanım, sonlu bir yaratımdır. Başı sonu belli olan, kararsızlık kabul etmez. Yanıldığına, bilmediğine, öğrenmediğine, göz ardı ettiğine ve farkında olsa da uzlaşmamak için uzak durduğuna bir sıfat bulmak isteyen insanın yaşama dağarcığı, kelimelerinin sözlük karşılığında çeşitlenir.
Hayatın tasarlandığı uzam, zamanın soyutluğundan arda kalanın temsil edildiği garip bir yerdir. Durumların, olayların ve ilişkilerin kendi devinimleriyle gelip yerleştiği o uzam, genişliği ve derinliğiyle insan zihnini perdeleyendir aynı zamanda. Çoğaldıkça başkalaşan, başkalaştıkça meraklandıran her şey, kendi ifadesini hayatın içinde bulur. O yüzden tanımlayamadığına, anlamca karşılık bulamadığına tuhaf der insan; alışkanlıkları, yerleşik kanıları, öğrendikleri ve düşündükleri kendisinden farklı gelene temas ettiğinde maddi gerekçesini, kelimeye denk düşenin manevi rahatlığına bırakır. Ne tuhaf bir gün, ne tuhaf bir insan, ne tuhaf bir konuşma, ne tuhaf bir yer…
Örnekleri art arda sıralasak tuhaflığın zahmeti, insanın mevcudiyetinden evla olur sanırım. Alışılmamış, şaşkınlık veren, garip karşılanan, kimi zaman gülünç ve anlaşılmaz bulunana yüklediğimiz böylesi bir anlam (tekrar ettikçe tuhaf kelimesinin kendisi de insana tuhaf geliyor gerçi) zulümle bedbaht, akıldan uzak, duygudan azade bu dönemi (tabii ki içinde yaşadığımız yeri) galiba doğruya en yakın söyleyişle tamamına erdirendir. Tuhaf günlerin, tuhaf hikâyeleri olur elbet. Elias Canetti’nin dediği gibi*; en tuhaf düşüncelerin labirentine girenin belki zamanı karşısına almaktan çekinmesinden belki zamanın dahi aşılabileceğine duyulan gençlik inancından labirentin tam ortasında durup kendi gibilere çıkış yolunu gösterme amacı, gerçeği de başka bir görünümde sunar.
Eyüp Aygün Tayşir’in İletişim Yayınları tarafından basılan ikinci kitabı Tuhaflıklar Fabrikası, meselesine aşina olduğumuz, adıyla özdeşleşen ve fakat kurduğu evrene yerleştirdiği anlamlarla hakikati olanca tuhaflığıyla anlatan bir roman. Labirentin ortasında durup bakana çıkış yollarıyla beraber bu yolların neden o hale geldiğini gösterirken, kurmacanın içinde yeniden biçimlendirdiği bir kurmaca dünyası aracılığıyla bu yolların ne kadar çeşitli olduğunu da detaylandıran Tuhaflıklar Fabrikası; bir anlatıcıdan diğerine, diğerinden ötekine, hatta sonrakine esasen anlatıcı olan okura ulaşana değin hikâyesini tamamlamıyor.
İçdeniz’in kenarında tuhaflığını yüce bir bilgi ve hatta varoluş utkusu gibi konumlayan bir akademinin içinde yaşananlar, şüphe götürmez biçimde günümüz dünyasının içine sığdıramayıp taşırdıklarını tortusuyla bırakıyor. Koca bir İçdeniz’in gittikçe kuruyan verimsiz bir toprağa dönüşümü ve sonrasında betondan ormanla kapladığı geniş alan, varlığına içkin tuhaflıkları, garip yaşanmışlıkları ve ilişkileri, hiçbiri birbirine benzemeyen karakterleri bütün çarpıklığı ve çoraklığıyla içine alıyor. Mekânı işaretleyen anlam, yani romana adını veren fabrika, kendi rutininde görevlerini eksiksiz yerine getirmelerden sebep asli işi bilgi üretmek olanların bu uğraş dışında düzenli olarak ürettikleri tuhaflıkları sergiledikleri hiyerarşik bir yapıyı sınırlıyor.
Şaşmaz bir disiplinle yılmadan, yorulmadan belirli eylemleri başının üstünde hale gibi oradan oraya taşıyanların tuhaflıklarını betimleyen bir âlem diğer taraftan bu fabrika. Şimdilerde merhum olan kıdemli bir profesörün, ölümünden sonra yayınlanması şartıyla yazdığı hatıratını emanet ettiği asistanın (yine şimdilerde merhum olan başka bir kıdemli profesör) bu hatıratı yazması için verdiği yazarın nihayetlendirip nihayetlendirmediğini bilemediğimiz çabasıyla Tuhaflıklar Fabrikası, hem uzun bir eleştiriyi kuşatıyor hem de insanın var olmakla bilmek arasındaki uçurumunun derinliğini gösteriyor.
Merhum Hoca’nın hatıratı, ömrünü bilginin peşinde heba eden bir insanın nihayetinde elinin avcunun boş olmasıyla yüzleştiği zamanlara denk düşürdüğü anlatısının parçaları. Gerçek olmayacakların, hakkında düşünülecek kadar gerçek olan yaşanmışlıklara sahip olması, onun deyişiyle anlatacakları okurun işine yaramasa bile okuru neşelendirecek ve hüzünlendirecek detaylarla harmanlanıyor. Hatıratı biçimlendiren, daha doğrusu yaşananları dile getirense, Merhum Hoca’nın teziyle ilgili araştırma konusu. Danışman Hocası’nın kendisini bulmakla yükümlü kıldığı Tuhaflıklar Fabrikası’nın merhum hocalarından Büyük Âlim’in el yazması bir kitabı. Bu el yazması kitabı ararken Merhum Hoca’nın başından geçenler, sorduğu sorulara bulamadığı yanıtlar, muhattap olmak zorunda kaldığı Tuhaflıklar Fabrikası’nın diğer tuhaf hocaları, yaşananlardan geriye kalanları gizleyen unsurlar.
Hatıratı emanet alan profesörün, Merhum Hoca’nın vefatını takip eden günlerden yıllara varan geniş zaman diliminde, hatıratı yayınlamaya karar vermesi, bir yazara bu hatıratı yayınlanmaya hazır hale getirmesi adına emanet etmesiyle nihayetleniyor. Emanetin emanetini alan (emanetin emaneti olur mu demeyin bu yazıyı okuduğunuz gün ne tuhaflıklar yaşayabiliriz hayal edin) yazar, metne yaptığı müdahaleler ve eklemelerle giderek şahsi hatıratı gibi biçimlenen metni bir başka yazarın bulma ihtimaline bırakıyor ve Tuhaflıklar Fabrikası’nın kapısı böylece aralanıyor.
Eyüp Aygün Tayşir, araladığı bu kapının yanında dururken, okurun geçmişte okuduğu ya da rast gelip zihninde ufak parıltılar bırakan başka metinleri hatırlatarak (ki bunu isim vermeden, anlatının kendi öz hikâyesinde yer alan detaylar şeklinde sunuyor) anlatısını merak uyandıracak alegorik bir anlatım biçimiyle birleştiriyor. Sembolik anlatımdan daha geniş ve yer yer sonsuz bir ifade olanağı tanıyan alegorik anlatımın Tuhaflıklar Fabrikası’nda gerek mekân gerek zaman algısındaki izdüşümü, tanıdığı ve tanıttığı durumların, olayların ve karakterlerin varlığında somutlaşıyor.
Romanın karakterleri okurun zihninde sanki gündelik hayatta pek karşılaşmayacağı insanlar gibi görülse de (gerçekliği tartışılabilir özelliklere sahip olmaları bakımından) varlığın nedenselliğini ve arayışların tekâmülünü anlatılanların doğruluğunda veyahut yanlışlığında değil nasıl anlatıldığında cisimleştiriyor. Bu sebeple her karakter, ruhuyla ve bedeniyle çok tanıdık, çok bilindik. Birbirlerine hiç benzemeyen hocalardan, müstahdemlerden, memurlardan ve iktidar mensuplarından oluşan karakterlerin kim olduğunu romanı bitirdiğinizde de fark edemediğiniz (anlatıcı ben miyim diye soracaktır her okur) anlatıcıyla yaşadıkları, izahını geçirdiğimiz toplumsal dönüşümün başımıza getirdiklerinde buluyor.
Olmaz olmaz denen her şey yaşandığından mütevellit, Tuhaflıklar Fabrikası’nda yapılmayan, inanılmayan, doğrulanmayan, akıl ve ahlak dışı kalan, saçma, ümitsiz, imgesiyle garip, hissettirdikleriyle sıkıntı veren, mevsimlerin döngüsündeki sapmalar gibi şaşırtıcı olan durumlar anlatıcının bu romanı yazmasına sebep el yazması eski kitabı arayışında ve okurun ona eşliğinde anlamını yeniden buluyor. Süpürgelerin, kedilerin, paspasların, duvarlara yapışan kalın boruların, uzun koridorları saklayan karanlık ormanların, kıdemli profesörler yemekhanesinde öğrenilenlerin hayalin içinde hayal mi ya da yalandan hakiki kılınanlara nazire eden mi olduğunu en çabuk kendi yalanına inanana yani insana anlatan Tuhaflıklar Fabrikası bilmenin ve inanmanın, kötülüğün ve iyiliğin içeriğini de sorguluyor.
Favorililer, sonrasında da Saçsızlar iktidarında müphem varlıklarıyla devirden devire değişen, ruhlarındaki sebepsiz tuhaflığa yer bulamadıkça akıllarıyla duyguları arasında bocalayan hocalar, karakter özelliklerine karşılık gelecek adlarla tanımlanıyor. Hiçbirinin gerçek adını öğrenemiyoruz ya da gerçek adları bunlar biz henüz bilmiyoruz. Neticede “etrafımızdakilerle konuşarak tarih yazma” geleneğinin içine doğan fani okurlardan her biri olduğumuza göre, romanın kendi tarihi arasında sakladıklarına neden inanılmasın? Rektör Yeşil Papağan, Danışman Hoca, Büyük Âlim Hoca, Jurnalci Hoca, Dost Hoca, Avcı Hoca, Alıngan Hoca, Değerli Hoca, Kedi Hoca, Muhalif Hoca, Kokan Hoca, Hatip Hoca, Kırmızılı Hoca, Kibar Hoca, Tatlım Hoca, Deli Hoca, Sinirli Hoca, Neşeli Hoca, Sapık Hoca, Derin Hoca, Susmaz Hoca, Rondo Hoca, Birinci Hoca, Şakacı Hoca, Meşhur Hoca, Müflis Hoca, Mucit Hoca, Çapkın Hoca, Baş Müstahdem, Falcı Memur ve tabii ki Hayal Sahaf. Hepsi Tuhaflıklar Fabrikası’nın âlim-i mutlak anlatıcıları.
Eyüp Aygün Tayşir, İçdeniz’in kurumasıyla kuruyan, ucube gibi yükseldikçe yükselen bu fabrikanın duvarlarına sinen sesleri ve kokuları anlatırken Tuhaflıklar Fabrikası’nın bambaşka bireylere dönüştürdüklerini de gösteriyor. Çünkü, aşırılıklar denizinin sığlığı bu başkalaşmış bireylerin yaşattıklarıyla tanımlanabiliyor. Böylelikle alegorinin katmanları, kişileştirilen bu garip karakterlerin söylemlerinde ve eylemlerinde açılıyor; önemsiz gibi görülen detayların önemi gerçek hayatın tesadüf ettiklerinde ortaya çıkıyor. Bu bakımdan Tuhaflıklar Fabrikası anlattıklarındaki kehaneti insan denen varlığın farkına varması için bambaşka âlemlerde, metinlerde ve insanlarda sır olarak saklıyor. Belirsiz bir mekânı ve zamanı kuşatan, okura labirentin sonundaki ışığa varacakmış hissini veren üstkurmaca ögeleriyle roman, ontolojik sorgulamalarıyla dikkat çekiyor. “Varlığı bilmenin çeşitli yolları vardır” diyen anlatıcı, Tuhaflıklar Fabrikası’nın sınırlarında yaşananları kaçınılmaz biçimde ontolojik soruları ve bu soruların neden olduğu karışıklıkları giderecek görüşleriyle rastlaştırıyor. (Felsefi bağlamı kuran detayı bir hocanın müstahdeme seslenişinde fark edebilirsiniz.)
Kurmaca içindeki kurmaca, anlatıcı ardındaki anlatıcı, metin arasındaki metin sıralamasını okurun alımlamasına bırakıyor Eyüp Aygün Tayşir. Haliyle metinlerarası unsurların, hangi hocanın hikâyesinde, Tuhaflıklar Fabrikası’nın kaçıncı koridorunda hangi farklı metindeki karakterin hikâyesiyle ortaya çıktığını söylemek pek doğru değil sanıyorum. (zira rastladığınızda hissedeceğiniz duyguyu belirleyen olmak istemem lakin şaşıracağınızı tabii ki belirtmek isterim) Tuhaflıklar Fabrikası, alameti farikasını anlattıklarında saklayan, anlamaya çalışan, düşündüren, eleştiren, ontolojik ve epistemolojik sorularını sorarken olanı dönüştüren ve yeniden inşa eden, yaşananların kusurlarını işaretleyen bir roman. Çift anlamlı işlevini anlattıklarına taktığı maskeyle biçimlendiriyor fakat aynı zamanda maskeyi göstermek* için ilerliyor Tuhaflıklar Fabrikası. Hayal Sahaf’ın gelip bıraktığı kitapta silinen harfleri birleştirdiğinizde okuduklarınız inanmak istediğiniz hikâyeye karşılık gelecek mi bilinmez lakin tuhaf olan zaten inanmak istediklerinizde değil mi?
“Şu koca şehirde aynı dili konuşarak, benzer kıyafetler giyerek dolaşan ve zamanın aynı anına tanıklık ederek yaşadığını zanneden bizlerin, aslında bambaşka âlemlerde yaşadığını hiç fark ettiniz mi? Sanmıyorum. İlk anda fark edilmese de, hepimiz sadece baktığımızda var olan âlemlerde yaşarız ve bu şahsa özel âlem, biz aksini ne denli arzulasak da, bizim dışımızda varlık kabul etmez. Ne müfessirim ne de kutsal kitapların sırlarını ifşa etmek haddim. Lakin belki de sürgünümüz budur, kim bilir?”
Funda Dörtkaş – edebiyathaber.net (26 Ekim 2018)
* Canetti, Elias. (2017), “Sinek Azabı”, Çev: Necati Aça, syf. 56, İstanbul, Sel Yayınları.
* Barthes, Roland. (2016), “Yazının Sıfır Derecesi Yeni Eleştirel Denemeler”, Çev: Tahsin Yücel, syf. 34, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.