Selimiye Mektupları ile Hücrem/Salpa/Sanık kütüphanemde yan yana durur. Okunmuş çizilmiş, notlar alınmış kitaplar arasındadırlar. Hem içerikleri, hem de okunma zamanlarıyla benim özelimdirler.
Bazı kitaplar kadar bazı yaşamlar da öyledir; hayatınızın dönemecinde gelip sizi bulur, değiştirip dönüştürürler.
Yılmaz Güney, 12 Mart askeri darbesi sırasında tutuklanıp yargılandığı dönemde, Selimiye’den üç kitapla dönmüştü: Hücrem/Salpa/Sanık. Henüz “Arkadaş” filmini çekmemişti. Hatırlarım, Salpa o günlerde Hürriyet Gazetesi’nde tefrika edilmişti. Ama beni en çok etkileyen Hücrem anlatısıydı. Güney’in kendine neşter vurduğu bir anlatıydı. Bir bakıma özeleştirisini yaparak sanata bakışını dillendiriyordu.
Yılmaz Güney’in eşi Fatoş Güney’e 22 Mart 1972- 29 Nisan 1974 tarihleri arasında Selimiye’den yazdığı mektuplar 1976’da kitap olarak yayımlanmıştı. Güney’in duygu yüklü o mektuplarında da düşünsel olarak nasıl bir dönüşüm geçirdiğine tanık oluyorduk.
Gene bu mektuplarının da her satırını çizerek okuduğumu hatırlarım. Öyle ki; onun sinemaya/hayata bakışını tümden akkorlaştıran bir süreçtir o hapishane dönemi. Bunun yansımalarını öncelikle “Selimiye Üçlemesi”nde buluruz. Ama mektupları sanırım edebiyatımızda yazılmış en güzel aşk mektupları arasında yer almayı hak ediyor. Duyarlı, içli, duygu ve düşünce yüklü…
13 Eylül 1974’te Yumurtalık Olayı, yenide yolu cezaevine düşen Yılmaz Güney için artık sonun başlangıcıdır. Ama her şeye rağmen sinema yaşamının bu dönemecinde de iz bırakan filmlere adını yazdıracaktır. Başta elbette ki “Sürü” ve “Yol” filmi gelmektedir.
Kısa ömre sığdırılan onca film, her ânı yoğun yaşanmış dramatik bir hayat… Üstelik kitaplara, filmlere konu olacak denli zengin ve anlamlı.
Kırılma Noktası
Güney’in iniş çıkışlı yaşamının asıl kırılma noktası bence Fatoş (Süleymangil) Güney ile tanışmasıdır. 1970’te başlayan bu öykü 9 Eylül 1984’e kadar sürer. Orada biter mi?
İşte o başlayan ve halen süren öykünün tanıklığını bu kez Fatoş Güney kendisi yazarak dile getiriyor: “Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun”. O “büyük hayat”ın yol arkadaşlığını yapan bir insanın duyguları, düşünceleri, görüp ettikleri, tanıklıkları ister istemez böylesi bir kitabın konusu olacaktır. Fatoş Güney de bunu yapıyor.
Bir bakıma anı-roman Güney’in yazdıkları. Ama belgesel nitelikte. O on dört yıla sığdırılan birlikte yaşamışlığın öyküsünü en ince ayrıntılarına inerek anlatmasa da; Yılmaz Güney’in yaşamına dönüp önemli ipuçlarını getiren bir tanıklıktır onunkisi. Kendi hayatına dokunun zamanların içinden geçiriyor okuru ilkten, ardından da birlikte yol alışın sancılı dönemlerine uzanıyor. Kolay bir hayat değildir yaşanan. Hele hayatınıza dokunan kişi Yılmaz Güney ise bu hiç de kolay bir yol/seçim değildir. Fatoş Güney her şeyi göze alır, kendi varoluşunu da bu süreçte inşa eder. İlkin vazgeçerek başlar. Ardından onu hayatın labirentlerine taşıyacak engebeli yollara düşer. O, içindeki ses gibi yaşamayı göze alır aslında. Bu duygunun, kendini var etmenin sesidir. Yazdığı kitap da bize bu anlatır.
İlk okumada kitaptan yansıyan şu oldu: Aklımda kalanları yazdım, izlenimi! Oysa daha zahmetli bir işe girişebilirdi Fatoş Güney. Yani bu kronolojik anlatım yerine notlar/mektuplar/günlükler/tanıklık getiren fotoğraflarla bir “Yılmaz Güney Kitabı”na dönüştürebilirdi. Ama o anı-roman biçiminde yazmayı seçmiş. Gene de, bana, eksik-anlatı gibi geldi. Neden derseniz; kopuşlar ve bağlanışlar arasında geçen iki insan ömrünün bir anlatıya konu edinilmesinde göz ardında tutulamayacak en belirgin yan gerçeklik duygusu kadar duygu tınısı. Güney bunu anlatısının “Ülkeden Ayrılış” bölümünde yakalamaya çalışıyor. Dönemin ruhuyla bir sinemacının geçmişinden taşanları da alarak yeni bir bakışla o “hikâye”yi nedense tamamlamak istemiyor.
Romantik Bir Aşk Öyküsü
Romantik bir aşk öyküsüyle başlayan yolculuğun inişli çıkışlı yollarından geçerken adeta “özet-anlatı” yolunu seçiyor.
Sanki duygu tınısını öne çıkararak romana dönüştürebilseydi tanıklıklarla birlikte içinde buruklukları da barındıran bir dönem öyküsü yazmış olurdu.
Ne övgü ne de yergi.
“Yaşadığımız hayat işte buydu,” denebilecek bir anlatıyı yazabilmekten kendini ne yazık ki alıkoymuş Fatoş Güney.
Onun “Selimiye Mektupları”nın girişine yazdığı önyazıyı severim. Zaman zaman da göz attığım olur. İnsana umut, sevgi aşılar…
“12 Mart”ın karanlığından söz ederken şunu diyordu Fatoş Güney orada:
“Hangimiz unutmuştur o günleri? Hatır tanımaz bir buldozer katılığıyla eski bilincimizi yıkan acılı olayları, yeni bilincimizi geliştiren korkuları, yalnızlıkları hangimiz unutmuştur?”
Ve Yılmaz Güney de şu sözleri ediyordu o mektupların girizgâhında:
“Mektuplar yazılacaktır Bolivya’da, Peru’da… Her yerden her yere…binlerce, onbinlerce, milyonlarca…aşkı, sevgiyi anlatan, inadı, direnci, devrimi anlatan, zafer türkülerimizi anlatan yeni mektuplar yazılacaktır…yeni damlalar katılacaktır eski damlalara…birikimlere…”
Kuşkusuz alkışlanacak bir öyküdür, direnmedir, hatta baş edebilme öyküsüdür o iki insanın öyküsü. Öyle hiç de gölgede kalmış bir hayatın yansıması değildir Fatoş Güney’in yol arkadaşlığı. İhtimal, ileride, kendisinin Yılmaz Güney’e yazdıkları da kitaba dönüşecektir.
Kendilerini var eden insanların öyküleri biraz da böyledir. Mektuplar, kitaplarla gelen sözcükler anlatır öykülerimizi. Eğer yazarsanız öykünüzü, özgürleşebileceğinizi de düşünmelisiniz. Fatoş Güney, biraz da bunu yapmıştır. Kendi özgürlüğüne adanmış bir anlatıyla okurun karşısına çıkmıştır. Sanırım, bir sonraki anlatısı o özgürlüğün kanatlarında yazılabilecek, kendi içsesini çoğaltabilecek bir anlatı olacaktır. “Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun” bana öylesi bir anlatının yazılabileceğinin de işaretlerini verdi sevgili okurum. Okuyun, yalnızca Yılmaz Güney’in değil, ona eşlik eden bir insanın buruk, ama dirişken öyküsüne de tanık olacaksınız.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (15 Aralık 2020)