İdil Acar: “Artık yazmam gerektiği için yazdım.”

Aralık 19, 2022

İdil Acar: “Artık yazmam gerektiği için yazdım.”

Söyleşi: Burak Soyer

1989 yılında Ankara’da doğan İdil Acar ODTÜ Felsefe bölümünü bitirmiş. Uzun yıllar Fil’m Hafızası, sinemalar.com gibi mecralarda sinema yazarlığı yapmış. Sanat filmlerine dramaturgluk yapan ve halen TRT 2, Antalya Altın Portakal Film Festivali, İstanbul Film Festivali, MUBİ gibi televizyon ve sinema platformlarına altyazı çevirmenliğine devam eden İdil Acar’ın Kültür Bakanlığı tarafından verilen ilk eser desteğini kazanan romanı “Eskisi Gibi Değil”, Kamplumbaa Kitap etiketiyle yayınlandı. Bebeğini henüz doğumda kaybeden Deniz karakteri üzerinden aile, kadın ve erkeğin aile içindeki rolleri, beklenmedik bir olay üzerine değişen ilişkileri ele alırken kitabın merkezine ise şu soruyu oturtuyor: “Artık tanımakta zorlandığınız bir kişiyi sevmeye devam edebilir misiniz?” İdil Acar’la yazarlık serüvenini ve ilk kitabı “Eskisi Gibi Değil”i konuştuk. 

Ekşi Sözlük’te hakkınızda şöyle bir yorum yapılmış: “Ödüllü öykülerini ve kitabını okumuş biri olarak, yarattığı karakterleri sanki bir kitapta görmüş gibi değil de alt komşummuş, eski işimde yan kübiğimde çalışıyormuş gibi hatırlıyorum.” Haklı mı sizce yorumun sahibi? 

Buradaki övgü her ne kadar karakter yaratımımı hedeflemişse de ben iki boyutlu alıyorum. Evet, hayatın içinde yer alabilecek, okurun da yakın çevresinde bulunan insanlara benzetebileceği karakterler yazıyorum ve bunun için özel bir çaba sarf etmiyorum aslında. Zaten bunu yapmadan roman yazılamaz. Ancak karakterlerin birbirleriyle kurduğu ilişkiler ve diyaloglar da akılda kalıcılığın birer unsuru, inandırıcı bir şekilde yazabilmek çaba istiyor ve ben bu noktada çok detaycı bir yazarım gerçekten. Detaycılığımın okur tarafından takdir ediliyor olması sevindirici.

Ben yazı serüveninize geçmeden önce okumayla olan ilişkinizi sormak istiyorum. Nasıldır edebiyatla aranız, kimleri okudunuz, okuyorsunuz? Kimlerden etkilendiniz? 

Çok uzun yıllar boyunca okumayı hayatımın en öncelikli faaliyeti olarak tuttum. Okumak dururken yazmak aklıma bile gelmezdi. Zaten felsefe eğitimi aldım ki, bu da bir nevi “Profesyonel hayatımın da okuyarak geçmesini istiyorum.” demekti. Kendi yazarlığımda -her ne kadar bunu hedeflemiyor olsam da- döne döne okuduğum Rus klasiklerinin gerçekçi kurgusunu ve felsefi altyapısını görüyorum. Aslında ben yazdığım her metinde yeni bir ses arıyorum ve sanırım bulabiliyorum da. Belki bunu da kurgu ve üslup olarak bana çok uzak olan farklı yazarları okuyor olmama borçluyum. Son dönemde Mo Yan ve Ngũgĩ wa Thiong’o’nun kitaplarına adeta vuruldum. Kendi ülke tarihlerinden yola çıkıp kitaplarında yine bu tarih üzerinden bireye dönmeleri beni düşünsel olarak çok besledi. Zaten edebiyat dışı okumalarımda da her zaman ilk tercihim tarih olmuştur. 

Yazma süreciniz nasıl başladı? Kafanızda var mıydı böyle bir şey? 

Yoktu. İyi bir okur, iyi bir dramaturg, iyi bir eleştirmen olduğumu bilir ve bundan daha fazlasını da düşünmezdim. Fakat şimdiye kadar anlattığım, bundan sonra da anlatmayı düşündüğüm her hikâye içimde yaşar ve ortaya çıkmadıkça beni tırmalardı. İnsan bunu sadece bir noktaya kadar görmezden gelebiliyormuş. Bir gün görmezden gelemedim ve yazmaya başladım. Hayatımda kurgusal olarak yazdığım ilk metin bir romandı. “Eskisi Gibi Değil”di. Artık yazmam gerektiği için yazdım. Yazarlığa daha kolay bir başlangıç yapamadım.

Uzun yıllardır sinemayla iç içesiniz. Açıkçası ben kitaptaki karakter ayrıntılarını ve mekân tasvirlerini göz önünde bulundurarak henüz biyografinizden haberdar değilken iyi bir görsel hafızanızın olduğunu düşünmüştüm. Bir etkileşim oluyor mu sinemaya yazma arasında? 

Kaçınılmaz bir etkileşim var. Hem de zannedilenden çok daha fazla. Dediğim gibi benim yazdığım ilk metin bir romandı. Peki kitap yazmayı hiç düşünmeden ve nasıl yazılacağını bilmeden bu kitabı nasıl yazabildim? Bunun cevabı sinemada. Bir dramaturg olarak mesleğim gereği çok fazla senaryo okudum, hatta çok fazla kötü senaryoya maruz kaldım. Bu deneyimler de bana bir kurgunun nasıl yapılması gerektiğini öğretti. Nihayetinde kendim kitap yazmaya başladığımda “okumak isteyeceğim tarzda” bir hikâyeyi anlattım. Okuyucularım da herhalde bunu hissediyorlar, kitabımla ilgili en fazla aldığım dönüş Eskisi Gibi Değil’i bir film ya da tiyatro oyunu yapmam yönünde.

“Eskisi Gibi Değil” aslında bir karakter romanı. Hikâye, evet, çarpıcı ancak her zaman, herkesin başına gelebilecek –bunu kötü anlamda söylemiyorum- sıradan bir olay. Ama siz karakterlerin her birine gerçekten kitabın arka kapağındaki yazdığı gibi “ruh üflemişsiniz”. Bunun yanında bir de derdi var kitabın. Eskiden çok sevdiği birisinin 180 derecelik değişimini kabullenmekle ilgili. Karakterlerin veya kitabın meselesinin birbirine ket vuracağını düşündünüz mü? Her ne kadar kitap Deniz ve Mustafa üzerinden dönse de kardeşler, anneler, babalar, kayınvalideler, kayınçolar bir şekilde hikâyeye dahil oluyorlar… 

Hem roman hem öykü yazdığım için iki türdeki anlatıyı birbirinden ayırıyorum. Bahsini ettiğiniz çok katmanlı yapı bana kalırsa kısa öyküde aranmamalı ve gerçekten bazen hikâyeyi karmaşıklaştırıp ana temaya ket vuruyor. Roman içinse tam tersi geçerli. Yani okuyucuya sadece kendi meselesini vermeye çalışıp bundan başka hiçbir şeyden bahsetmeyen romanlar tek boyutluluğu sebebiyle okuyucuyu doyurmaz. Okur da kitabı bitirdiğinde o kitaptan tat almadığını düşünür ama bunun neden olduğunu anlamayabilir. Sebebi romanın hayatın küçük bir temsili olmasıdır. Ve hayatın doğal akışında hiçbir zaman tek bir gündemimiz olmaz. Ayrıca bir hikâyeyi anlayabilmek için geniş çerçevede bakmamız gerekir değil mi? Geniş ailenin fertleri, çekirdek ailenin de üyelerini, onların günlük dertlerini, verdikleri kararları etkiler.

Bir de evlilikte çok net ifadelerle kadın ve erkeğin rolüne değiniyorsunuz. Hatta ters yüz ediyorsunuz. Deniz “kıyametten” çıktığı için de olsa yüksek mertebe mensubu Mustafa, evin tüm işlerini görüyor, dolmalar pişiriyor vs. O sırada da Deniz “evin hanımı” pozisyonunu alıyor. Bu bilinçli bir tercih miydi?

Bilinçli bir tercihti ve amacı içlerinden çıktıkları ataerkil düzeni ters yüz edip farklı bir aile modeli kurabilmelerini istememdi. Eğer Deniz bunu başarabilseydi, Mustafa kadar esnek olabilseydi, bebeğini kaybetmiş olması onda yeni kurduğu ailesini de kaybedeceği inancını uyandırmazdı. Buna ek olarak Deniz ve Mustafa benim gerçek hayatta tanıdığım evli bir çiftti. Bebeğini kaybettikten sonra Mustafa Deniz’e ve evine çok güzel baktı. Bu kitabı yazma fikri “Peki bundan sonra Mustafa hasta olsaydı ve Deniz ona bakmasaydı nasıl olurdu?” sorusunu sormamla ortaya çıktı. Hikâye büyük ölçüde gerçek hayattan beslendiği için kurgu Mustafa da gerçek Mustafa’ya benzemiş oldu biraz. 

Son olarak cevabını merak ettiğim bir soru: Kitabın başında epey uzun bir ev betimlemesi var. Bu kısmı okurken aklıma Reşat Nuri’nin, Halid Ziya’nın eserleri geldi. Konaklar, kalabalık aileler, aile büyükleri, saf damat vs. Bu açıdan bakmış mıydınız hiç romana? Ya da ben mi yanlış değerlendirdim? 

Bunu amaçlamamıştım ama çok güzel bir değerlendirme bence. Evin tasvirini bu kadar önemsiyor olmamın iki nedeni var: İlki kitabın betimlemelerle okuyucunun görsel hafızasını uyarması ve bir düzyazıda adeta sinematografi yakalayabilmek gibi sanatsal bir kaygı. İkincisi ise evin aslında Deniz’in zihinsel durumunu gösteriyor olması. İki katlı villada ego ve süperego’yu, Deniz’in soyunarak bambaşka bir zihin yapısına büründüğü çamaşır odasında bilinçaltını ima ettim. Evin dağınıklığı ve Deniz’in çekidüzen vermekteki isteksizliği, Mustafa’nın elinden geldiğince toparlaması ve sonlara doğru bunu yapmaktaki başarısızlığı üzerinden Deniz’in zihinsel süreçleri okunabilir. Villa görselini kapakta bile kullanmamızın nedeni bu. 

edebiyathaber.net (19 Aralık 2022)

Yorum yapın