2016 kışı. Tüm acıların çetelesini tutan ve döndürüp dolaştırıp önüme koyan fil hafızam hangi ay olduğunu kaydetmemiş. Tarih dışında her şey taze. Ama hava çok sıkıntılı. Ancak kabusta karşılaştırılabilecek cinsten gri ve siyahın iç içe geçtiği tekinsiz kar bulutları, arada gönüllerin çivisini oynatarak gümbürdüyor. Çalıştığım gazetenin son katındaki sandalyeleri mitolojik bir Yunan Tanrısı kavgası patlamışçasına korku salan gök gürültüsüyle titreyenler, ellerini çıkmasın diye kalplerinin üzerine bastırıyor. En savunmasız anında şeytan dokunmuş gibi hafif sıçrayarak ben de korkuyorum ve plazanın geniş pencerelerinden gökyüzüne bakıyorum. Birkaç ay önce karartılan yüreğim ve ucu ciğerimi delen incitilmelerin acısı gökyüzüne taşmış diye düşünüyorum. En iyisi bununla yüzleşmek.
Bana verilen özür dilenmeme ve gönül almama cezasına milyonuncu kez boş verip, veremeye çalışıp ve boş vermeyi beceremeyerek, iki yıl sonra söndürülmemiş bir sigara izmaritinden çıkan yangın nedeniyle kapatılacak merdiven boşluğunda tüttüren kalabalığı yarıp, birkaç yüz metrekare büyüklüğündeki düz ayak çatı katına çıkıyorum. Belki televizyon antenleri ve daha başka bir sürü teknolojik ıvır zıvırla dolu çatıda kimsenin beni görmeyeceği bir kuytu bulur ve sessize ağlarım. Böylece 2015 Ekim ayından beri eve gittiğimde herkesin yatıp da ağladığımı duymasınlar diye beklemek için kendimi kasarak sonu acil serviste bitecek yeni bir kol titremesi, dil uyuşması ya da baygınlıkla sonuçlanacak bir panik atak krizi geçirmem. Veya bunları daha az yaşarım diye düşünüyorum. Adına meteoroloji uzmanlarından alınan bilgiye göre haber bültenlerinin son dakikalarında henüz fırtına ismi verilmemiş ve vapur seferlerinin iptaline yol açmamış gayri resmi hava akımının İkitelli’den Güneşli’ye önüne ne varsa katıp götürdüğünü, çatıda birkaç adım ileri geri savrulunca anlıyorum. Demek ki, dünya pencereden göründüğü kadar romantik değilmiş. O havada dışarıya benden başkasının çıkmayacağını hesap edemeyişime sinirim bozularak güldüğümü bir gören olsa, ne mutlu olduğumu zanneder de ‘Kahırdan ölen bu değilmişmiş’ derler düşüncem beni ayakta tutuyor.Utanıyorum. Acılara yaslanarak ayakta kalabilme imgesiyle Hasan Hüseyin Korkmazgil‘in
“Yaşadım birkaç bin yıl
Acılara tutunarak
Acı çekmek özgürlükse
Özgürdük ikimiz de” dizelerini hatırlıyorum. Ama bir türlü, ikimiz de sözünü Ahmet Kaya kadar güzel söyleyemiyorum.
O büyük nezaket
Çatıya çıkışımın, merdivenleri kullanmadan zemine çok ani bir iniş hesabıyla yapıldığını ve mantığımın acılarımla düello ettiğini biliyorum. Utanıyorum. Daha kararımı vermemişken rüzgarın beni otoparka savurabilme ihtimalini, boruların ve antenlerin bu şiddete dur dediği bir kuytu bularak erteliyorum. İnsanın kendine verilmiş randevuları hayatın en zor anlarıdır; çünkü kendine bir türlü yetişemezsin. Doğal anların dışında ağlayamayacağımı biliyorum. Ama bu zor uğraştan daha zorunu seçiyorum. Gelmek için söz verip de hiçbir açıklama yapmadan tutmadığım sözün sahibini arıyorum.
Ev telefonu altı yedi kez çaldıktan sonra hem ilgili hem de yarı telaşlı bir kadın sesi
“Alo buyurun,” deyince, “İntihar etmeyeceksek içelim bari”, diyorum.
Bu, modern edebiyat imgesi alo ifadem Adalet Ağaoğlu‘nu samimi bir şekilde güldürüyor.
“Sevgili Erdinç, nasılsın, neler yapıyorsun?” diyor.
Nasılsın sorusuna utandıkları için yanıt veremeyenler bir ateş topu olsa, sıcağıyla yeryüzünü eritip dünyanın çekirdeğine düşebilse, o an yapmak istiyorum ama bu gezegenin manyetik alanını bozacak böylesi bir kozmik yok oluşu erteliyorum. Nasıl olduğuma bir cevap sayılsın diye, “Size gelecektik. Bir Düğün Gecesi’ni konuşacaktık. Ama olmadı. Ben de tek gelemedim. Bunu söylemek için arayamadım da. Ne olur kusuruma bakmayın,” diyorum. Biraz daha utanıyorum.
“Ben de burnumdan ameliyat oldum, zaten biraz rahatsızım,” diyor Adalet Hanım. Bu, benim elimde olmayan sebeplerle kendisini ziyaret edememe ve haber verememe nezaketsizliğimi kusurları görmezden gelmenin büyüklüğüyle yok saymanın ifadesiydi. İşte o an, gerçekten utanmak için ciddi bir sebebim oluyor. Konuşmanın devamında hayattan ve biraz daha hayattan söz ediyoruz. Devamında da söz dönüp dolaşıp, Adalet Hanım’ın tiyatro oyun yazarıyken romancı olmaya karar verdiği ama bunun yayıncılar tarafından ret edilerek karşılandığı 1970’lerin başına gidiyor. Adalet Hanım, vaktiyle TRT Roman Armağanı’nı kazan Oğuz Atay‘a ve Milliyet Roman Armağanı’nı kazanan Orhan Pamuk‘a da edebiyat kanonu daha doğrusu çetesi tarafından yapılan ‘Yayınlanmama’ hamleleriyle kendi yazma serüveninde ne kadar uğraştığını anlatıyor. Ben de hali hazırda kendi çabalarımdan söz ediyorum ve bu konuşma yaşanırken bir gün İhsan Oktay Anar’ın nasıl roman yazmaktan soğutulduğunu yazacağıma dair kendime söz veriyorum. Çünkü yazmak için yazabiliyor olmak yetmez, bazen kendini yazıya borçlandırman da gerekiyor.
En özgün yazar
İhsan Oktay Anar‘ın romanlarını yazdığım gazete kitap eklerinde ve dergilerde ele almış, onun edebiyat kanonuna kendini beğendirme iddiası olmadan sadece yazmaya dönük bir çabayla yazdığını ve romancı olma gibi bir istekle de bunu yapmadığını söylemiştim. Gerçekten de İhsan Oktay Anar romanları, ‘En iyi roman yazarıyım. Herkes bana saygı duysun’ türünden bir yazar megalomanlığı ile değil de yazmasaydı asla öyle bir boşluğun olduğunu fark etmeyeceğimiz kadar kendine özel nitelikte. Ve onun romancılığını Türk edebiyatından hatta dünya edebiyatından ayrı yere koyan, bugün eşine rastlanamayan yazar mütevazılığı ve samimiyeti aynı zamanda. Bir yazarı iyi romancı yapmak için temiz duygular yetmez öyle olsa habislerin şahı Dostoyevski’yi duymazdık ama, İhsan Oktay Anar gibi roman ile zaman ve varoluş ilkelerini bir şeyi kabul ettirmek için değil edebiyat böyle gerektirdiği için yazan romancılar her zaman büyüktür. 2014’te İhsan Oktay Anar’ın Galiz Kahraman romanını ele almıştım Star Gazetesi’nde. Anar’ın ne denli kendine has ve önemli bir yazar olduğunu olabildiğince anlatmış, Anar’ın Yedinci Gün romanı ile mırıldanarak başlayan ve Galiz Kahraman ile haykırılmaktan çekinilmeyen şekilde eleştirildiğini ifade etmiştim. O eleştiriler Anar’ın edebiyatına dönük teknik yönü ağır metinler olsa da, esasında Anar’a söylenen şey ‘Ne işin var 20’inci yüz yılda, Puslu Kıtalar Atlası gibi 16’ıncı yüz yıla dönsene’ olmuştu. Korktukları şey Anar’ın günümüze ilişkin romanlar yazabilme ihtimaliydi. O vakit bugünün edebiyatı kimselere bırakmayan güya beklenen yazar adayları ile popüler köşe başlarını tutanları işsiz kalabilirlerdi Anar’ın edebiyat seline kapılarak. İyisi mi Anar’ı kendi iklimine yani Osmanlı’nın yükseliş dönemine ilişkin romanlar yazan biri olmaya hapsetmekti. Buna karşı çıkan bir yazı yazınca, gazetecilerle konuşmayan İhsan Oktay Anar’dan beklenmeyen bir şeyle karşılaştım. Gazetenin tecrübeli Kültür Sanat Editörü Bedir Acar tarafından arandım. Az önce İhsan Oktay Anar’ın yazımla ilgili tebrik için aradığını, bu ifadelerin bana iletmesini rica ettiğini söyledi. Aynı sosyal mahallede, aynı içki sofrasında ve ayni başka paydalarda olmak gibi kutsal kimi kriterler sonucu yayınlananlar yazarları ele alıp da, onlardan hiç geri dönüş olmayışına dair üzülmeyi çoktan boş vermişken İhsan Oktay Anar’dan böylesi bir ilgi, çok kıymetliydi. Üstelik ertesi gün Bedir’in bu büyük yazarla edebiyatı üzerine haberleştirmek kaydıyla konuştuğunu ve Anar’ın artık roman yazmayacağına ilişkin bomba atlatma haberini okumak da ayrı keyifti.
Yenilmeden yazın
Bu gazetecilik başarısı aynı zamanda çok üzücüydü. Anar ile konuşamadıysam da, yazmama kararına ilişkin röportajından anladığım var olmayan iklimlere ait nadide bir çiçeğe benzeyen yazma hevesinin, çok bilen ve Türk edebiyatına yön verdiğini düşünenlerin habis eleştirileriyle solduğuydu. Röportajın üzerinden 4 yıl geçti ve Anar, bu sürede yeni bir roman yazmadığı tıpkı söylediği gibi. Ona edebiyat yaptırmayanlar ise bir vakitler Adalet Hanım’a, Oğuz Atay’a ve Orhan Pamuk’a yaptıkları gibi yayınlanması gerekenleri ıskalıyor, nice Kafka, Tolstoy, Yaşar Kemal ve Yusuf Atılgan’ı edebiyata küstürüyor. Hayatındaki tüm acıların hesabını sizin karşılık beklemeyen sevginizden çıkarıp, bundan pişman olsa da sizle tesadüfi bir karşılaşmaya kadar bunu açmayan yürek acılarının sahibine küsün. O bir gün, bir bakışla düzelir, düzeliyor da, düzelebilir yani. Yine de yanarsınız ama. Zümrüdü Anka Kuşu gibi yanıp, küle dönüp, küllerinizden doğup yine yanarsınız. Ama edebiyata küsmeyin. İyi yazıyorsanız, bunu bağımsız ve işi bilen kişilerce teyit ettirdiyseniz, yazmayı sürdürün. Bir de Türk edebiyatının en iyi kalemlerinden biriyseniz, mesela İhsan Oktay Anar iseniz, yeni romanlar yazın. Yazın ki edebiyatın en çok bilenleri kendilerine ait sandığı bahçelere yabancıları sokmamaya ilişkin alışkanlıklarından vazgeçsinler.
Erdinç Akkoyunlu – edebiyathaber.net (15 Mayıs 2018)