“Espas”ın bıraktığı yerden başlarsak, Selma Sancı yazmakta kararlı. Ama o ısrarla roman diye nitelendirse de, içerikte tematik yakınlık, mekân, zaman ve hatta kişi bağıntıları olsa da; birbirine ulanan “öykü” ler yazıyor Sancı. Evet, ne kadar zorlasa da yazdıkları “roman” değil, öykü…
Bunu hem kendisi hem de yayıncısının/editörünün bilmesi gerekiyor.
İlk kitabı da öyküler demetiydi, ama “roman” olarak sunulmuştu. Bu kez de aynı şey yapılıyor. Kalınan yerden devam gibi, bir “devam” romanı havasına büründürülmüş.
Oysa, bu, bir “nouvelle”, yani uzun öykü.
Yazarın “roman” diye adlandırdığı metni ısrarla “öykü” olarak nitelendirmek niye, diye bir soru gelebilir aklınıza. Eğer ki; Selma Sancı’nın “Espas”ının okumuş “İhtimal”e geçmişseniz; oradaki tutulu/savruntular içindeki hayatların izlerini/yansılarını hemen burada gözlersiniz. Ve elbette bunların nasıl anlatıldığına da bakarsanız, karşınıza öyküler çıkar. Kısa ânlar, zaman karşılaşmaları, hatırlamalar içinde süreduran bir insan döngüsüdür anlattığı…Çizdiği kişiler ise roman karakteri olamayacak kadar yüzeysel, derinlikten yoksun; bir durum, bir atmosfer kişilikleri…Onları adlandırmak, şu ya da bu durumun içinde/dışında göstermek yeterli olmuyor. Çünkü yaşatmak yerine özetlemeyi seçiyor anlatıcı çoğu yerde.
Bir öykücü tutumu, bakışı var onda. Ânların, durumların anlatımında, geçişleri kurmada; kesik kesik söz etmelerde, bağlantısızlıklarda hep bir öykücü söyleyişi çıkıyor karşımıza.
Gerçi, burada, anlatısını iki farklı katman üzerine kurmayı (Nihan ve Ali ekseninde) denemişse de; bu “İhtimal”i roman kılmaya yetmemiş.
Baştan şunu söylemeliyim; roman yazmak için insanın bir meselesi olmalıdır. Öykü bunu gerektirmeyebilir, hatta kaldırır da. Küçük dünyalar, incelikli duruşlar/durumlar bir öykücü için çıkış noktası olmaya yetebilir. Ama romanda başka şeyleri söylemesi gerekir romancının; öncelikle ne adına/niçin yola çıktığını bilmesi gerekir. Üstelik öyküde anlatabileceğini romana taşıması onu anlatı çıkmazına götürebilir. Tıpkı burada Selma Sancı’nın yaptığı gibi.
İki başlı kurmaya çalıştığı anlatısında kendisini ve kişileri öyle bir döngüye sokuyor ki; onlara dair geçtiği özet her birini kanlı canlı kılmaya yetmiyor.
Çıkmazdaki ilişkiler, çıkmazdaki kişilikler, çıkmaza dönüşen bir flulukla da anlatıda eriyip gidiyor.
Bir yanda bir kuşağın savrulması, ötede ise iğreti hayatlar. Kim nerede nasıl yaşarsa yaşasın pamuk ipliğiyle birbirine bağlanan, hatta teğet geçilen ilişkiler, durumlar, duruşlar…
Evet, galiba, roman yazmak için yola çıkan birinin öncelikle neyi/niçin anlattığını ölçüp biçmesi gerekir. Ki, bu da bir sorunsalı ya da durumu anlamayı önüne alan anlatıcının bir söyleme/söyleyişe yaslanması gerektiğini kaçınılmaz kılar. Hele hele bir dönemin, kuşağın anlatımında düşünsel derinlik, yoğunluk kaçınılmaz. Yani, siz, anlatıcının buzdağının altındaki bilgisini sezmeye çalışırsınız.
Doğrusu, okurken hiçbir heyecan duymadım. Hiçbir yeni düşünceyle, durumla, duruşla, ilginç bakışla karşılaşmadım “İhtimal”de.
Ali’nin, Nihan’ın, Remzi’nin, Güzin’in; anne (Kıymet) ve teyzenin (Nimet); hatta Sevim’in ve Engin’in, çaycı Recep’in öyküleri başlı başına alınıp anlatılsaydı eminim ki daha başarılı öyküler kurabilecekti Selma Sancı. Çünkü, “Espas” bunun işaretlerini bize vermişti.
Onu durduranın, anlatamadığının ne olduğunu düşününce; anlattığı döneme/kuşağa kıyısından bakan bir bakışta olmasının öylesi bir roman yazmasını engellediği gibi; romancı bakışı/donanımındansa öykü anlatmaya yatkın olması da diyebilirim.
Selma Sancı işte tam burada duruyor.
Hayatın ötesine geçebilmek için o büyük yaşamdaki alaborayı görmek, hissetmek yetmiyor; bir bakış, bir nefesle birlikte anlatma gerekçesi yaratması gerekiyor anlatıcının. Yoksa özete düşebiliyor. Hatta anlattığı kişileri/insanları oradan oraya hareket ettirmekle yetiniyor. Sürekli yağan yağmur, bir ihtimal peşinde kurulan hayaller, sıkıcı ilişkilerle yaşanan döngü….
Solgun hayatların, sıkışıp kalmış benliklerin içli duruşları/kırılganlıkları ve sürüklenişlerinin öyküsü…Evet, bunlardan söz ediyor. Hatta buluşturuyor da o ihtimal anlarını. Ama bir hat üzerinde giden öyküdür anlatılan. Ve Güzin’e Nihan’ın yazdığı mektuplardaki iç döküşleri…
İşte tümüyle bu nedenlerle roman değil anlattığı; öykücüklerdir o on sekiz epizoda bölünerek yansıtılanlar. Küçük dokunuşlarla, o içli hayatların nerede/nasıl akıp durduğunu daha canlı ve “sahici” gösterebilirdi bize Sancı. Ama aceleye getirmiş, parçaları bütünleştireyim derken yazacağı asıl öykülerin kıvamını da kaçırmış, bence.
Artık Cağaloğlu’ndan, kırgın kuşağın sürükleniş/tutunamama öykülerinden çıkıp bugünü yazmalı; zamanımızın dünyasına bakmalı. Sanırım oradan yazıp edecekleriyle öyküsünü var edebilecektir ancak. Yoksa, anlatısını çıkmaza sürükleyecek yeni bir “ihtimal”e yazı(sı)nın sabrı yoktur…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (7 Temmuz 2015)