“İlhan Berk’in Bodrum’u ve Minimalizm” adlı yazımda şairin Atlas kitabını ve özelde de ilgili kitabın “Halikarnasos Yazıları” bölümünü odağa alarak İlhan Berk’teki Bodrum imgesini aktarmıştım. Sözünü ettiğim yazıda Bodrum’un yalnızca gündelik yaşam içinde yakalanmadığını, aynı zamanda antik dönemine de gidildiğini, ardından da pastoral bir estetikle donatılarak çevresiyle, doğasıyla betimlendiğini saptamıştım. Bu yazıda Berk’in 70’lerin sonu ve 80’lerin başında yazdığı şiirlerden oluşan Deniz Eskisi (1982) kitabını odağa alarak şair üzerinde düşünmeye devam edeceğim.
“Körfez”, “Arşipel”, “Ölüler Kitabı”, “Gökkuşağı”, “Herakleitos Suları”, “Gül Tansığı” ve “Kıyı” olmak üzere ilgili kitap yedi bölüm halinde düzenlenmiştir. Düzenleme işi yalnızca içerik düzeyinde kalmaz, aynı zamanda ilk bölümden yedinci bölüme kadar epik anlatım moduyla lirik anlatım modunun dönüşümü de özel olarak ayarlanır.
“Körfez” lirikle başlamışken “Arşipel” ile “Ölüler Kitabı” bölümlerinde epik kipe geçilir. Ardından “Gökkuşağı” bölümü lirikle düzenlenmişken “Herakleitos Suları” yine epiğe döner. Onları izleyen “Gül Tansığı”nda egemen anlatım lirik olur.
Böylece şiirler, şair tarafından yalnızca yazılmakla kalmamış, okura sunulurken senfonik bir yapıt gibi yükseliş ve alçalışlar hesap edilerek düzenlenmiştir. Oysa 1950 öncesi şiir geleneğimizde böylesi bir bütünsel düzen, bu ölçüde hiçbir zaman düşünülmemiştir. Bu özen, modernist şiir pratiğiyle kazanılmıştır.
Bölümlere tematik açıdan baktığımızda her birinin farklı bir izlek yelpazesi oluşturduğunu, bunların bir araya geldiğindeyse bir bütünceyi yarattığını görürüz. “Körfez” bölümünde ırmak-şiir karakteri sergileyen ve devam niteliği taşıyan parçalı şiirde, bir aşkın sözde mektuplarla ikinci kişiye ulaştırıldığını anlarız. Bu bölümde karşılaştığımız düzyazı şiir formu, 90’lı yıllarda örneklerine rastladığımız, aynı kitap içinde karma biçim kullanımının (hem dize şiiri hem düzyazı şiir) önünü açmış olmalı. Örneğin 1993’te yayımlanan Murathan Mungan’ın Yaz Geçer kitabında bu uygulamayı görürüz. Bu, yalnızca biçimle ilgili bir sorunsal değil, modernist şiirin anlatım olanaklarını genişletme konusunda ileri doğru attığı bir adımdır.
“Arşipel” bölümünde -adı açıkça anılmamakla birlikte- Bodrum’un gündelik yaşamından, şehir panoramasından izler bulunur. Kasabadaki dingin hayat, deniz, gök, kuşlar ve gündelik eylem içindeki insanlar bu metinde şiire konu olur. Epik modla, anlatımcı bir tutumla yazılmış bu şiirlerde Atlas kitabında karşılaştığımız pastoral, bu kitapta yok olmamıştır ancak odaktaki yerini bırakarak şiirlerin fonunu ya da atmosferini oluşturmaya başlamıştır.
“Arşipel” bölümündeki şiirlerde Berk, hümanist bir tavırla merkeze insanı oturtur. Fazla konuşmayı sevmeyen bu ketum insanlar, büyüyen bir suskunlukla gündelik yaşantı içinde saptanırlar. Berk, bu bölümdeki şiirlerinde kadraja aldığı insanları bir fotoğrafçı, bir ressam gibi bir tuvalin içine yerleştirir ve konturlarını bulanıklaştırır. Her seferinde onlar, bir anın içinde yakalanırlar. Bu yüzden bu görüntüler enstantaneyi andırırlar.
Çoğu zaman zemin ya da atmosfer olarak doğa; gök, deniz ya da kuş motifleri üzerinden kurulur. Doğal olan, ilgi çekici yanlarıyla kendini dayatırken öteden beri onun içinde yaşamakta olan insanlar, çoktan özümsediklerinden olsa gerek, doğadan habersiz gibi davranırlar. Bu paradokstan, ressam Berk’in sevdiği ve oluşmakta olan görsel estetiği güçlendiren kontrastlar ortaya saçılır.
Resim, fotoğraf ya da sinematografinin işletilmediği durumlarda şiire anlatımcılık egemen olur. Sözümona anlatıcılığa soyunmuş olan özneler, kendilerini ele vermeden bir olayı, bir durumu aktarırlar. Behçet Necatigil’in kimi şiirlerinde ortaya çıktığı gibi tam bir öykü oluşturmadığından, bu noktada öyküsellik değil anlatımcılık terimini yeğliyorum. Anlatıcı rolünü çalan bu öznelerin becerisi, kendilerini ele vermeden bu işi yapmalarıdır. Okur, doğrudan karşılaşmasa da canlı ses tonlarından ve kendilerini muhatap almalarından onların, şiirsel metnin bir yerinde bulunduklarından emindir.
Böylesi durumlarda şiir özneleri, tanık anlatıcılara benzeyen bir davranışla ve söz-edim yoluyla dinledikleri konuşmaları ve kasaba insanlarının sınırlı eylemlerini aktarırlar. Gündelik hayatın kendisinde ve onun temsil edilmesinde belli bir yavaşlık sezilir. Sanki her şey düşte yaşanıyor gibi ve ağır çekimle filme alınıyor gibidir. Edimlerin epik temsilindeki bu yavaşlık, elbette içinde bulunulan kasabanın 1970’lerdeki gerçek karakterini doğru şekilde ortaya koymak ereğinden kaynaklanmaktadır.
“Ölüler Kitabı” ile “Herakleitos Suları” bölümlerinde öncekinden apayrı bir dünyaya girilir. İlhan Berk, Atlas kitabının aynı bölümlerinde gelgitler şeklinde uyguladığı zaman tekniğini bu kez birbirinden kopartarak kullanır. Önceki bölüm 1970’leri sunmuşken bu iki bölüm antikiteye, eski çağlara doğru uzanır. Bu şiirlerde de epik bir anlatımcılık bulunsa da “Arşipel” bölümünde olduğu gibi değil; hermetik, imgeci ve kopuk kopuk bir söylem özelliğine sahiptir. Eylemlerden çok düşünceler üzerinde durulan bu metinlerde Homerosvari bir anlatım ve kutsal metinlerinkini anımsatan bir biçem (üslup) ortaya çıkar. Elbette Berk’in kutsal metin söyleminden biçim ve estetik düzeyinde yararlanmasının yeni bir olgu olmadığını belirtmek gerekir.
“Gökkuşağı” ile “Gül Tansığı” bölümleri lirik kiple yazılmış şiirlerden oluşur. Lirik şiirin doğasına uygun olarak şiir öznesinin, başka bir deyişle birinci tekil kişinin, sevilene (ikinci kişiye) yönelen duygulanımlarını içerir. Bu bağlamda aşk şiirlerinin o, öteden beri yinelediği bildirişim modeli (birinci kişi, ikinci kişiye seslenir) burada yeniden karşımıza çıkar. Epik karakterli şiirlerde biz okurlar muhatap alınırken bu metinlerde görmezden geliniriz. Retorik olarak konumumuz, kulak misafirliğidir (Bununla birlikte her nasılsa Romeo’nun Jülyet’e aşkını ilan edişini duyarız.)
Bu şiirlerin içine de doğal ögeler girmekle birlikte bunlar, birer olgusal gerçeklik olarak değil, metaforik olarak iş görürler. Daha çok da sevilenin arılaştırılması, yüceltilmesi işlevini üstlenirler. Ancak şiirin bir noktasında doğa dilsel olmaktan, retorik olmaktan çıkıp bir ortam, dahası kendi başına dünya olmaya karar verir. Böylesi bir anda özneyle (seven) nesne (sevgili) doğayla özdeşleşirler ve İ. Berk, bunun üzerinden romantikler ve simgeciler tarafından bulunan animist bir dünya tasarımını yeniden elde eder.
Kitap “Kıyı” bölümüyle biterken ötekilerden farklı bir görünüm sunar. Tevfik Fikret’in de Rübabışikeste’de yapmış olduğu gibi bu bölümde Berk, şiirsel portre yapma işine girişir ve Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Behçet Necatigil’in portrelerini çalakalem okurun önüne koyar. Berk’in her ikisine karşı sevgi ve sempatiyle yaklaştığı anlaşılır. Az söz kullanarak, ilgili portrelerin kendince temel niteliklerine yönelerek onları sözle inşa eder. Anlatımcı şiirlerde parçalı, kısıtlı biçimde kullanılan betimlemenin bu bölümde dizginleri bırakılır. Özellikle Bedri Rahmi’nin resminden söz ederken şiir, kendini bütünüyle betimlemeye teslim eder.
Ortodoks İkinci Yenici olduğu dönemde hermetik bir şiiri yazan ve kendine özgü bir sentaks (söz dizimi) ve söz dağarcığı geliştirmiş olan İlhan Berk’in hem Atlas kitabında hem de şimdi üzerinde durduğumuz Deniz Eskisi kitabında böylesi bir şiirden vazgeçtiğini anlarız.
Dahası irdelediğimiz kitabında, İkinci Yeni tarafından büyük ölçüde yasaklanan anlatımcılığın alabildiğine geri geldiğini görürüz. Bu yolla da Berk şiiri kendince bireyden toplumsala yanaşmış, bir kasabanın gündelik hayatını, insanlarını empresyonist ressamlar gibi belirli izlenimlerle verebilmiştir. Lirik, epik, pastoral gibi tüm bu anlatım olanaklarının bir araya geldiği Deniz Eskisi’nde zengin bir şiirsel atmosfer yakalanmış, kurmaca anlatıya özgü epik kipin nasıl da şiir diline başarıyla eklemlenebildiği gösterilmiştir.
edebiyathaber.net (17 Ekim 2024)