İnsanın okur okumaz etkisi altına girdiği, tadını çıkara çıkara okuduğu, bitmesin istediği, üzerinde düşünme gereği duyduğu, bir türlü unutamadığı kitaplar vardır. Manguel’in deyişiyle kendi kütüphanemizin, zihnimizdeki kütüphanenin kitapları olup kalan kitaplar. Kimi kitap çabucak okunur, kimi yavaş yavaş. İkinciler genellikle hafızadan silinme konusunda da aynı yavaşlığı gösterir. Marcel Beyer’in Yarasalar’ı (“Flughunde”), böyle bir kitap işte.
Nazi geçmişle hesaplaşmanın kitabı olarak sunulan “Yarasalar”, aslında bundan çok ileri gidip bireyin yalnızlığının da bir tahlilini sunuyor. Bir de, zor dönemlerde verilen kimi kararların taşıdığı ağırlığın. “Yarasalar / Flughunde”, Tanıl Bora’nın, bu zor kitabı bir nebze kolaylaştıran iyi çevirisiyle Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı. Çağdaş Alman edebiyatının gerçekten en önemli yazarlarından biri olan Marcel Beyer, bu kitabıyla 1995’te Ingeborg Bachmann Ödülü’nü almıştı.
“Yarasalar”, 1940 yılında başlıyor. Ben de hemen baştan söyleyeyim: İki anlatıcımız var. Bu durumu geç fark etmek, yorum hatalarına yol açabilir. Biri, ses mühendisi Hermann Karnau. Kendisi pek sessiz sedasız bir zat ama ses, onun hayatının merkezinde yer alıyor. Aklı fikri sesi usulüyle yakalamakta. Nazi toplantılarındaki nutukların, bu toplantılar koca stadyumlarda bile yapılıyor olsa, kusursuz bir şekilde duyulmasını sağlıyor. Kurduğu tesisat ile konuşmacının kendini denetlemesini, sesin belirli efektlerinin öne çıkmasını sağlıyor. Zaten kitaba da bir spor sahasına tesisat kurulmasıyla başlıyoruz. Karnau, akustikçi ekibin bir parçası.”Seslere âşık bir adam.” Hayali ise insan sesinin her nüansını kapsayan bir ses haritası çizmek. Söylenen şeyin önemi yok, çünkü dinleyen kişi konuşana ses kaynağı gözüyle bakmalı.
Karnau aynı zamanda, dikkat çekmeyen bir adam. “Ben, hakkında bahsedilecek pek fazla şey olmayan bir insanım,” diyor. “Kendi içime onca dikkatle kulak kesilsem de bir şey duymuyorum, sadece hiçliğin boğuk yankısını duyuyorum.” Öte yandan, “lüzumundan fazla müteyakkız”, çünkü izlenimlerine hiçbir şey takılıp kalmıyor, o birbiri ardınca her şeyi algılıyor. “Fark edilebilir bir geçmiş yok, başıma gelmiş bir şey yok, bir hikâye kurmama katkıda bulunacak hiçbir şey yok.” Yanına yaklaştırdığı, yakınlık kurduğu tek canlı, köpeği Coco. Karnau, bizim anlatıcılarımızdan biri.
Diğeri ise küçük bir kız. Bir Nazi büyüğünün altı çocuğunun en büyüğü. Ondan sadece Baba diye söz ediyor. Baba’nın hep işi var, Anne hep hasta. Çocuklar, ablaya emanet. Biri erkek, diğerlerinin hepsi kız. Baba bir erkek evlat daha ümit etmiş belli ki. Yolları çakışıyor, çünkü bakıcı kadına birisinin gelip çocukları alacağı söylenmiş. Baba diye tanıdığımız Nazi büyüğü olsa gerek. Küçük Helga, onları kimin alacağını, nereye götüreceğini bilmiyor. “Annemin yanına hastaneye mi götürüleceğiz, Heide’yi mi göreceğiz? Onlar uyuyor ama.” Zifiri karanlıkta uyandırılınca, sığınağa inmeleri gerekiyor sanmış. Meğer bir süre anneleriyle babalarının bir ahbabında kalacaklarmış, her kimse, aşağıda onları bekliyormuş.
İşte iki anlatıcımızın yolları böylece çakışıyor, çünkü besbelli Nazi büyüğü babanın emriyle çocukları almaya gelen kişi, yorgunluğu her halinden belli Hermann Karnau. Kıza gülümseyip soruyor. “Sen Helga olmalısın, öyle mi, en büyükleri?..” Aslında onların hiç mızmızlanmadan karanlıkta yataklarından çıkıp yola koyulmalarına şaşırmış. Kendi çocukluğunu hatırlıyor. Helga ile hayatına bir insan yakınlığı geleceğinin, Coco’dan sonra ilk kez bir canlıyla ilgileneceğinin, çocuklar gidince evin ona çok sessiz görüneceğinin farkında değil.
Helga ise, anne bir aydır hastanede olduğu için, herhalde babanın da onun yanında kalması gerektiğini düşünüyor. “Ve bunların hepsi, yeni bir kardeşimiz oldu diye.” Diyorlar ki, her ne kadar Nazi büyüğü bizim için Baba olarak kalsa da, çocukların adı onu ele veriyormuş. Bir Almana “Helga, Holde, Helmut, Heide, Hilde ve Hedda” dediğinde, hemencecik kimin çocuğu olduğunu anlarmış. Tıpkı bir Amerikalıya çocuklarının adı Caroline ve John-John olan adsız bir Amerikan büyüğünden söz edermiş gibi.
Karnau, ses araştırmasını sürdürmek için her türlü öneriyi kabul etmeye hazır. Alsas bölgesi halkının konuştukları dilin Almancalaştırılmasını, Frenkçenin dillerden silinmesini amaçlayan harekât (gerçek bir dil kâbusu), Rus cephesinde ölümün eşiğindeki askerlerin seslerinin kaydı, hatta ses tellerinde yapılan cerrahi (ve vahşi) deneyler… Sanki biraz Leni Riefenstahl’ın Hitler yıllarını, sadece kamera açılarını düşünerek geçirmesi gibi, Karnau’nun da aklı fikri her şart altında nasıl daha iyi kayıt yapacağında, haritasını geliştirmekte… Oysa Nazizme bağlılığı da yok. Hatta Üçüncü Reich’ten önce büyüdüğü, başka gençlerle içiçe yaşama zorunluluğundan kurtulduğu için memnun. Helga’nın da kendince ses saplantıları var. Bir çocuk olarak, annesiyle babasının ne konuştuklarını ses tonlarından çıkarıyor. Oradan oraya sürüklendikleri halde, dünya ahvali hakkında ise pek bir fikri yok. Gene de, diğer insanların durumu bazen onların oyunlarına yansıyor.
Hasan Ali Toptaş, “Yarasalar”ı benden önce okumuş. Yazısını Tanıl’ın yardımıyla buldum. Beyer’in kitabını, kör noktasında kalmış, geç bulunmuş kitaplardan biri sayıyor.
“Akustik uzmanı araziye yerleştirdiği mikrofonlar aracılığıyla, dehşet verici sesleri, haykırışları, topların uğultusunu ve yaralıların akşam direnişine karışan inlemelerini kaydediyor zaman zaman. Etin parçalanışını ve kemiklerin dağılışını kaydediyor. Seslere olan tutkusu ağır bassa da, Nazi ruhu arada bir ürkütüyor onu. Kimi zaman, o Nazi büyüğünün isteği üzerine, altı çocuğun emanetçisi oluyor. Kimi zaman da yeraltında, sığınakların karanlık koridorlarında karşılaşıyor onlarla. Olup bitenlere hiçbir şey anlamadan şaşkın şaşkın bakan ve giderek akustik uzmanına bağlanan bu çocuklardan biri, romanın öteki anlatıcısı. Anlatıcılar, o yıllarda yaşanan kâbusu basit görünen derin ayrıntılar eşliğinde, hiç süsleyip püslemeden, büyük sözler söyleme kaygısına düşmeden ve bağırıp çağırmadan, öylesine, konuşur gibi anlatıyorlar. Biri çocuklara özgü bir saflığın içinden sesleniyor, diğeri tutkunun ve çaresizliğin gölgesinden. Romanın sonuna gelince de, deyim yerindeyse, sırtı ürperiyor insanın.”
Gerçekten öyle. “Yarasalar” anlatılacak gibi bir kitap değil pek. Alın okuyun, zor bir kitap olsa da çevirisinin iyiliği işimizi nispeten kolaylaştırmış. Sırtınız ürperecek, hatta zihninizin bir yerine tutunup kalacak, bence.
Sevin Okyay – edebiyathaber.net (18 Temmuz 2013)