I
2014 yılını geride bırakmaya yaklaştığımız günlerde Türkiye’nin iki farklı yüzünü farklı üsluplarla fakat aynı insani duyarlılıkla anlatmayı başaran iki ayrı öykü kitabını arka arkaya okuma şansına sahip oldum.
Kitaplardan ilki, Mustafa Çiftci’nin yazdığı “Bozkırda Altmışaltı”ydı, diğeri ise Aylin Balboa’nın “Belki Bir Gün Uçarız” isimli kitabıydı.
İlk kitapta, Ekşi Sözlük jargonuyla söylemek gerekirse, “Çankırı-Çorum-Yozgat Şeytan Üçgeni” diye ifade edilen Anadolu kırsalındaki üç kentten Yozgat’ı merkezine alan öyküler anlatılıyor.
İkinci kitapta ise İstanbul’da, ayakları üstünde durmaya çalışan kentli bir kadının birinci tekil şahısta dile getirilen öyküleri yer alıyor.
II
Düşüncelerimi aktarmaya, Bozkırda Altmışaltı’nın adını didikleyerek başlayabilirim:
Bozkır deyince, İç Anadolu Bölgesi’nin sert iklimli, su sıkıntısı yaşayan, tarıma elverişli olmayan düz arazilerini aklımıza getirebiliriz. Anadolu bozkırında kurulan kentler de az önce sıraladığım olumsuz fiziksel koşulların etkisiyle günümüzde bile inanılmaz bir yoksulluğun/yoksunluğun yaşandığı kentler haline gelmiştir.
Altmışaltı rakamı ise, tespit edebildiğim kadarıyla üç farklı şekilde anlamlandırılabilir. Bunlardan ilk aklımıza geleni kuşkusuz, incelemeye çalıştığımız kitaptaki öykülere fon oluşturan Yozgat şehrinin plaka kodu olması.
Altmışaltı, aynı zamanda bir iskambil oyununun adı.
Altmışaltı rakamını bu açıdan değerlendirdiğimizde aklımıza, üzerinde uzun uzun durmaya gerek bile kalmadan doğrudan “kahve kültürü” gelecektir. Anadolu kentlerindeki işsiz insanların günlerinin önemli bir bölümünü kahvelerde vakit öldürerek geçirdiğini düşünürsek, kitabın adından, dolaylı olarak da olsa, taşra kentlerindeki işsizlik problemine yapılan bir göndermeyi de yakalayabiliriz.
Altmışaltı ayrıca, ebcet hesabında Allah kelimesine denk düşmektedir. Kitabın ismine bu bilgi ışığında baktığımızdaysa, Anadolu coğrafyasında yaygın bir eğilim olan kaderciliğe yapılan örtük bir göndermeye de ulaşabiliriz.
Bozkırda Altmışaltı’nın ismi üzerinde biraz fikir jimnastiği yaptıktan sonra kısaca kitabın geneli üzerinde durmak faydalı olacaktır.
Bozkırda Altmışaltı’yı okuyup bitirdikten sonra, bizim edebiyatımızda güçlü bir damara sahip olduğunu söyleyebileceğim “taşra edebiyatı” geleneğinden önemli bir noktada ayrıldığını tespit edebildim.
Türk Edebiyatı’ndaki birçok önemli yapıtta taşra, tüm boğuculuğuyla ve oldukça başarılı bir biçimde anlatılır. Bu kitapların birçoğunda hikâyesi anlatılan kahraman bir nedenle de olsa herhangi bir büyük şehre gitmiş fakat zorunluluktan dolayı kasabasına geri dönmüştür. Bu kahramanların içine sıkıştıkları darboğazın kaynağını, büyük şehirlere duyulan özlem ve taşra hayatını sorgulamaları oluşturur.
Bozkırda Altmışaltı’da yer alan karakterler bu açıdan bakılınca başka bir yerde durmaktadır.
Mustafa Çiftci bize, büyük şehirlere dönmeyi isteyen kişileri değil de gözlerini taşrada açmış ve muhtemelen taşrada kapatacak karakterleri anlatmayı tercih etmiş. Bu kahramanlar en fazla, çocuklarını üniversiteye göndermeyi veya onların bir büyük şehirde iş bulmalarını sağlayarak “paçayı” kurtarmalarını hedeflerler.
Bozkırda Altmışaltı’da yer alan yedi öykü içinde yukarıdaki şablona uymayan tek öykü “Elif, Tina, Tolga” adını taşıyan öykü. Burada bize hikâyesi anlatılan kahraman, taşrada öğretmenlik yapan ve ilk fırsatta kasabadan uzaklaşan bir öğretmen çiftin çocuğu.
Bozkırda Altmışaltı’yı oluşturan öyküleri diğer eserlerden ayıran bir diğer önemli nokta da öykülerin, taşra sıkıntısına değil de yoğun bir hüzün duygusuna odaklanmış olmaları. Mustafa Çiftci, hüznü mizahla oldukça başarılı bir biçimde dengelemiş.
Bu sayede, kitaptaki öykülere kendilerini kaptıran okurlar, yüzlerinde ince bir gülümsemeyle okurken birden bire boğazlarında ani düğümlenmelere hazırlıklı olmalılar.
III
Aylin Balboa’nın yazdığı öyküler tam da bu noktada Mustafa Çiftci’nin yazdıklarıyla buluşuyor.
Balboa’nın öykülerinde de mizah ve hüzün kol kola anlatılmış, yalnız, Balboa’nın öykülerinin daha güler yüzlü daha hınzır bir dile sahip olduğunu vurgulamakta yarar var.
Aylin Balboa, yazdıklarını ilk olarak blogu üzerinden okurlarla buluşturmuştu. Belki Bir Gün Uçarız, blog yazılarının tematik bir bütünlük gözetilerek sıralanmasıyla oluşturulmuş.
Kitaptaki öykülerin uzunlukları 1-4 sayfa arasında değişiyor. Tüm öyküler aynı kişinin dilinden anlatılmış. Kitap bu yönüyle roman türüne de göz kırpan bir yapıya sahip.
Belki Bir Gün Uçarız’ın anlatıcısı, büyük şehirde yaşama mücadelesi veren genç ve yalnız bir kadın. İş, ev arama/bulma çabaları, büyük şehirlerdeki ulaş(ama)ma sorunu, hastalıklar, kayıplar, ayrılıklar, akıl sağlığının gidip gelmesi hemen tüm öykülerin merkezini oluşturuyor.
Balboa’nın dili “Gezi” sürecinde yaygın bir bilinirliğe ulaşan protest-mizahi dilin bir yansıması gibi. Balboa’nın hemen tüm öykülerinde yarı gizli göndermelerde bulunduğu Ahmet Kaya şarkıları da bu durumu pekiştiriyor.
Belki Bir Gün Uçarız’daki öykülere, yukarda anlatmaya çalıştıklarımın ışığında genel bir bakış atacak olsak, kitaptaki öyküleri, kentin duvarlarına “Kahrolsun bağzı şeyler” veya “Mustafa Keser’in askerleriyiz” yazan çocukların yaşadığı veya yaşayabileceği olayların anlatımı, olarak tanımlayabiliriz.
Onur Uludoğan – edebiyathaber.net (17 Aralık 2014)