Hukuk terminolojisinde, herhangi bir yasa maddesini düzenlerken, toplumun ihtiyaçlarını önceleyebilmeniz için özü itibarıyla neyi amaçladığınızı bilmeniz gerekir. Metnin lafzı ile ruhu arasındaki bir denge, uyum aramanız, diyeceklerinizi çekiştirmemeniz gerekir. Nitekim normların, kuralların ifadelendirilmesinde netlik, anlaşılırlık önemlidir. Oysa sanatın ve iyi edebiyatın bunlarla pek ilgisi yoktur. Karşınıza çıkan bir yapıt düşünce dünyanızda bir anda kaos yaratabilir. Genel olarak sanat eserleri ve benim için özellikle iyi edebi eserler bir tür çarpışma alanlarıdır. Zira, yazı gündelik hayatta söylenmeyenle, söylenemeyenle daha yakından ilgilidir. Konuşma diline benzemez. Sürekli devinebilir. Sayfalar, onları çevirirken size kafa tutuyordur, ama okurken, evirip çevirirken siz de onlara kafa tutuyorsunuzdur.
Müge İplikçi’nin geçtiğimiz günlerde yeni baskısını edinip okuduğum “Transit Yolcular” bu türden bir anlatı. Sözcükler, cümleler, paragraflar anlatının esas kahramanları. Okur başka şeylerle değil de sırf kendileriyle ilgilensin, onları açıp baksın, ışığa tutup incelesin istiyorlar. Nida, Hudutyer’deki (belirtmeden geçmeyeyim, kitabın başlarında Italo Calvino’nun “Görünmez Kentler”i tadında bir “Hudutyer” tasviri var) -pardon İstanbul’daki- havalimanında, İzmir aktarmalı Hamburg uçağının kalkışını beklemektedir. Saatler geçer, ortam gerilir, uçak bir türlü havalanamaz. Kimse kalkışın neden bu kadar aksadığı ile ilgili yolculara yeterince açıklayıcı, iknâ edici bilgi veremez. Uçaktakiler transit yolcu salonuna alındıklarından evlerine de dönemezler. Anlatı boyunca bu bekleyiş sürer gider. Biz de havalimanının sıkıcı atmosferinde Nida ile birlikteyizdir ve onun yakın akrabaları İda, Servet, yanısıra Ergun gibi adını andığı belli başlı kişilerin çocukluk, ilk gençlik zamanlarına; iş hayatına dair, sevgililiğe dair, arkadaşlığa dair anılara gider, sonra geri geliriz. Kıyıda köşede kalmalarına gönlümüzün hiç elvermeyeceği, dolayısıyla, hatırlanan, bilince doğru süzülüp gelen anı parçacıklarına, yaşamdan manzaralara eşlik ederiz. Olayların nasıl akacağı, nerelere varacağı veya bağlanacağı önemli değildir. Yazar, okurda bu türden bir merakı çoğaltmakla ilgilenmez; biz de ilgilenmeyiz. Bu arada sözcükler kendi ezgilerini yaratmaya başlamışlardır bile.
Metnin içinde çoklu anlatıcılarımız var, geçişli, parçalı anlatım diyebiliriz buna. Ve ne ara, nasıl yakalandığımızı bilemeden, birdenbire oluveriyor bu geçişler. Okur ister istemez dikkat kesiliyor. Anlatıya baştan sona işleyen ironi yüklü dilin ve de komiğin bunda payı var. Yapıttan okura geçen hüzün duygusu aynı zamanda. Ne kadar çabalasak da kendimizi yaşayabilmenin, kendimiz olarak yaşayabilmenin alanını genişletememenin hüznü. Ama elimizi kolumuzu bağlayan bir hüzün de değil bu, aksine direngen:
“Bir yarın olsa! Tonlarca ağırlığından kurtulsak bir türlü sabah olamayışının”; ya da “İnat etsem. Hırçınlaşsam. Hırçınlaşsana. Kapris. Kaprisli karının teki olsam. Burnu havada. Dokunsan ağlayacak haldeyken burnumun dikine gitsem, büyük direnişlerden, ulu devrimlerden hemen önceki zamanlardaki bir kahramanın hali çökse ruhuma…”; ya da “16 yaşın zalimliği pek yamandı Neriman’da. Fakat sonra, bu zebaninin beyaz, düzgün mü düzgün dişlerini gördü. Pırıl pırıl cam gibi yüzüyorlardı yüzünde. Belki de kendisinin çarpık çurpuk dişleri olduğundan böyle gelmişti Neriman’a. Sonra yüzünün biraz daha morarmasına, daha tuhaf ve albenili bir renk cümbüşüne bürünmesine yol açacak, beynini duman- edecek duman bir fikirle sarsıldı: Acaba bu adam bu beyaz dişleriyle nasıl öperdi beni? Vahşice, hoyratça ya da çok kibar…”
“Anlatı”ya Katılmak
Transit Yolcular’ın bu ilk okumasını, kaçırdıklarımı sonraki okumalarımda yakalayacağıma güvenerek bitirdim. Bu seferlik bendeki çağrışımlar, izler:
-Bir dil şenliğine katılma coşkusu,
-Dalgaları, kuşları, rüzgârı, dereleri dinlerken veya bulutları, insanları, tekneleri, ağaçları gözlerken veya bunlara dikkat kesilmişken anıların zihnime doluşması; tutup bunları yazmak,
-Apansızın bir rüyanın ortasında uyanıvermek. Kalem kâğıda sarılıp rüyadan kalanları yazmak,
-Varlığını unuttuğum günlüğümü elime almak,
– Sei Şonagon’un “Yastıkname”sini yeniden okumak,
– En azından haftada bir gün, kız kardeşlerimden birinin hikâyesini aramak, bulmak, öğrenmek. Bu hikâyeler biriktikçe onlarla bir araya gelmek; yetinmeyip el ele vermek, göğe bakmak,
-Risk alabilmek. O riskin doğurabileceği sonuçları karşılayabilmek,
-Kaybolup giden hoş şeylerin hüznü,
-Biteviyelik, bastırılmışlık,
-Bedenin dili ve aşk,
-Sarkaç ve zaman,
-Alışkanlıklar, yenilikler,
-Düşmek ve yeniden kalkmak,
-Cesaret, korku, gitmek, gidememek,
-Parçalar, puzzle, bütün-yarım,
-Hayaller-düşler-gerçekler-hakikat
“En büyük giz söylenmemiş sözlerdedir, en büyük esrar dokundukça açılan sözcüklerde” diyor Müge İplikçi, Transit Yolcular’da. Eserin esrarı da aynı yerde: Açılabilen sözcüklerinde. Kendimizi tanıma, anlama çabamıza katılan ve gelecekte okurlarının karşısına -her okumada yeniden açılmayı bekleyen sözcükleriyle- başka biçimlerde çıkmaya hevesli, kararlı bir anlatı Transit Yolcular. Ezcümle kadınlarıyla. Az şey mi?
Alıntılar:
Transit Yolcular, İplikçi, Müge, Can, Aralık 2021, 166 sayfa, sırasıyla syf.46,19, 87-88, 74.
edebiyathaber.net (31 Ocak 2021)