The Notebook (Defter) serisiyle tüm dünyayı kasıp kavuran Nicholas Sparks, son romanıyla edebiyatın romantik prensi unvanını elinde tutmaya devam ediyor. 1990’larda Zimbabve’de başlayıp kıtalar arası ve yıllar boyu yolculuk eden bir aşkın hikâyesi DEX Yayınları tarafından Her Nefeste ismiyle yayınlandı.
Zimbabve’de yaşayan ve iyi durumuna rağmen mütevazı bir hayat süren safari rehberi Tru Walls bir mektup sonucu Kuzey Carolina’ya gitmeye karar verir. Oğlundan ve boşanmalarından sonra çok iyi anlaşmaya başladığı eski karısından ayrılmak istemez amabu mektup, biyolojik babası olduğunu iddia eden bir adamdan gelmiştir. 42 yaşındaki Tru Walls, gerçek babasıyla hiç tanışmamıştır. Tru, annesinin geçmişine ve ölümüne dair açığa çıkmamış soruların cevabını bulmak umuduyla mektubun izini takip eder ve hayatında ilk defa kendini Amerika’da bulur.
36 yaşında ilişkilere dair kafası karışık bir kadın olan Hope Anderson ise hemşirelik yapmaktadır. Hem 6 yıllık erkek arkadaşından uzaklaşmak hem de yeni ALS teşhisi konan babasına yakın olmak için bir haftalığına Kuzey Carolina’ya gider. Bir sabah, Hope köpeği Scottie’yi ararken köpeğini bulmuş Tru ile tesadüfi bir biçimde tanışır. Hope, Tru’ya çok bilinmeyen ama kendisi için çok değerli bir yer olan Can Yoldaşı sahilini gösterir. İkisi için bu yer kendilerini birbirlerinde keşfetme anlamında önemli bir sembol haline gelir. Sadece kısa bir süre beraber olacakları için Hope, Tru’ya tedirgin bir biçimde yaklaşsa da Tru’nun kararlığı ilişkilerinin temel taşı olur ve Hope’u ikna eder.
Beraber oldukları birkaç günlük süre boyunca geleceği ve gitmeleri gereken insanları düşünürken sonun hep ayrılıkla bittiğine karar verirler. Fakat yanlış zamanda gelen doğru insan temasıyla başlayan bu roman, karakterler geliştikçe “Çekip giden aşkınız ya geri gelseydi?” sorusuna cevap veren bir hikâyeye dönüşüyor. Sparks, her kitabında kullandığı bir tema olan “umudu” bu kitapta da bolca kullanıyor ve bir aşamadan sonra okuru kitabı okumaya yönelten en önemli itki karakterlerin geleceği üzerine kurduğu umut oluyor.
Romantik edebiyat dünyasında alışagelmiş bir söylem olan “Büyük aşklar fedakârlık ister,” teması bu kitapta büyük aşklar yerine aslında ikinci şansların fedakârlık isteyeceğini anlatıyor. Kitabın içine yerleştirilmiş ve hikâyenin okunurluğunu artıran bir diğer unsur ise, mail kutusu, Can Yoldaşı sahili, okyanus ya da sahildeki kulübe gibi sembolik ögeler. Bu ögeler aracılığıyla okur, Tru ile Hope’un ilişkisinin gerçek hayatta yaşanabilecek bir aşkın arka planına sahip olduğuna ikna oluyor. Gerçek aşkınkıtalara, tarihe, insanlara ve en önemlisi zamana meydan okuyabileceğini gösteriyor ve aynı zamanda, 1990’larda başlayan bir temasın tam olarak bir çeyrek yüzyıl boyunca ayakta kalabileceğini gösteriyor. Hikâyedeki zaman atlamalarında 25 yıl bir köşede umutla bekleyen bu aşka tanık olduğumuzda, Vergilius’un ünlü sözüne katılmadan edemiyoruz; “Aşk, her şeyi fetheder. Aşka teslim olalım.”NicholasSparks’ın şefkat ve anlayış dolu bir aşkı anlattığı bu roman, içinden taşan romantikliği ve ışığıyla günün hatta haftanın yorgunluğu atmak için oldukça doğru bir seçim.
“Seni benimle kalmaya zorlayamam,” diye fısıldadı. “Ne kadar istesem de, yapamam. Bu seni bir daha görmemek anlamına gelse bile ısrar etmeyeceğim. Ama senden bir ricam olacak.”
“Ne istersen,” diye fısıldadı Hope.
Tru yutkundu. “Beni hatırlamaya çalış, olur mu?”
edebiyathaber.net (23 Nisan 2019)