Bir dil bilimci olarak kendinizi daha önce hiç duymadığınız bir lisanın konuşulduğu, tanınmayan harflerden oluşan ve anlaşılamayan fonetiğe sahip bir alfabenin kullanıldığı her an daha da yalnızlaştığınız, korktuğunuz bir ülkede bulsanız ne yaparsınız? Üstelik bu ülke her saniye daha da kalabalıklaşır, en küçücük bir ihtiyaç için saatlerce kuyrukta beklemeniz gerekir ve parası gittikçe değersizleşirse, yoksullaşırsanız sonunuz ne olur? İletişim kuramadığınız için her şeyden mahrum kalırsanız üstelik siz diller konusunda bir uzman olarak kılıçsız bir asker gibi savaşın ortasında bulunursanız nereye savrulursunuz. Tüm bu soruları alın, iletişim kuramadığınız en kötü anları 100 ile çarpın ve bu romana odaklanın:
Macar yazar Frenc Karinthy’in Epepe’sini okurken iletişimsizliği düşündüm. Bir dil bilimci olan Budai isimli orta yaşın üzerindeki kahramanımız, aşırı yorgunluktan Helsinki’deki kongreye götürecek uçak yerine aktarmada başkasına binince ve bu yanlışlıklar dizisi sürünce kendini bir iletişimsizlik cehenneminde bulur. İngilizce, Fransızca, Almanca İspanyolca hatta Rusça gibi çok konuşulan ve dünyada yaygın şekilde anlaşılan dilleri deneyerek iletişim kurmaya çalışan Budai, bunlardan bir sonuç alamayınca, yorgunluğunun geçmesi ve sonunda bir çare bulabilmek amacıyla taksinin kendisini götürdüğü otele gider. Burada pasaportuna adeta el konulur. Helsinki’deki kongre için aldığı ABD Dolar’ı bir avuç ülke parasıyla değiştirilen Budai, otelin 9’uncu katına yerleşir ve macera hız kazanır.
Budai’nin geldiği şehir gökdelen inşaatlarının hız kesmeden sürdüğü, alabildiğine kalabalık, en küçük bir ihtiyacı gidermek için bile insanların saatlerce ayakta kuyruk beklediği, kimsenin birbiriyle pek iletişim kurmadığı ama saat düzeniyle işleyen bir yerdir. Budai, ilk saatler ve hatta günler mutlaka iletişim kurabileceğini düşündüğü bu Alfabesi farklı, okunuşu ve telaffuzu mümkün olmayan şehirde mahsur kalır. Her yer çok kalabalık, her şey için saatlerce sıra beklemek gerekir. İnsanlar pek konuşmazlar.
Konuşunca da ağızlarından
“Zöhömö, pröhödü
Türidümi mödölnö…”
ya da
Çetence glupglup glup…”
Tuuli ulumulu. Kiripi laa paraşeaa” gibi sözcükler dökülür.
Sahi bunlar birer sözcük müdür? Bir dil bilimci olan Budai, daha ilk andan itibaren İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca ve Rusça bilgisi ile iletişim kurmaya çalışıp sonuç alamayınca ana dili olan Macarca’dan, Slav dillerinden hatta Türkçeden medet umar ama nafile… Adını dahi öğrenemediği, alfabesindeki harf dizimleri üzerinde uzun süre çalıştığı fakat nasıl bir fonatik ile anlam dizisine sahip olduğunu çözemediği yerde sıkışıp kalır. Tıpkı uyanılamayan ama uzayıp giden bir kabusta sıkışmak gibi.
Şaşkınlığı atlatmanın rahatsızlığı
Budai, ilk günler kaldığı otelin bir şekilde kendisiyle temas kuracağını, resepsiyonistin değişmesiyle mutlaka bilindik dünya dillerinden biriyle anlaşacaklarını varsayar. Ama ne dış kapıyı kollayan iri yarı nöbetçi değişir ne de resepsiyondaki pasaportuna el koyan ve dövizini alıp ona bilmediği para birimiyle bir avuç nakit veren görevli gider… Gittikçe derinleşen bir iletişim krizinin ortasında kalan Budai, mecburen insani ihtiyaçlarını gidermek üzere şehirde ava çıkar yani kendine bir restoran arar. Ama bu da nafile. Her yer Çin ordusunun işgal günleri gibi tıklım tıklım doludur. Bir adet elma almak için ayrı, bir küçük şişe su için ayrı, bir tatlı için ayrı sıraya girmek ve hepsinde de saatlerce peygamber sabrıyla beklemek gerekir. İlk saatler hatta ilk birkaç gün iletişim kurabileceği, derdini anlatabileceği bir karakol, bir Macar ya da herhangi bir ülkeye ait büyükelçilik/konsolosluk arar. Uluslararası uçuşların ayarlandığı bir tur operatörü yada tren veya gemi seyahati de olur ama mümkün değil. Sıkışıp kaldığı bu hem modernleşmeye çalışan hem de geleneksel köklerine sıkı sıkıya bağlı şehir, sanki yerliler buradan hiç çıkmasın, başka bir dünyayı hayal etmesin, başka bir ülkeye gitmeye çalışmasın diye kurulmuşa benzer. Hem her şey vardır hem o şeylere ulaşmak hiç de kolay değildir hatta imkansızdır. Sadece ulaşabileceğine dair küçücük bir gösteri ve inanç ortaya atılır şehri ya da ülkeyi yöneten otorite tarafından. Sıradan vatandaş olarak yiyecek, içecek ve barınma hatta sağlık ihtiyaçlarına kavuşmak için ucu bucağı görünmeyen kuyruklara girerek sabırla, isyan etmeden, düzene alışarak, rejim makinasının tıkır tıkır işleyen dişlilerinden biri haline gelerek yaşamanız gerekir. Görünüşe bakılırsa ve insanın olduğu yerde zenginlik, mal ve statü de olduğuna göre burada herkes bir eşitlik düzenine hapsedilmiş gibi görünür. Budai fark ettiği bu gerçeği kendine itiraf dahi edemez çünkü benzer bir rejimden gelmektedir yine de böylesi ultra kalabalık, müthiş disipliner ve kaskatı bir totaliterlikle ilk yüzleşmesini yaşamaktadır.
Bir süre sonra yani tam olarak bir hafta boyunca bu hapsolduğu, dilini anlamadığı, kendini hiçbir iletişim tekniği kullanarak ifade edemediği, karşısındakilerin onu ısrarla ve büyük bir beceriyle anlamak istemediği şehrin tüm o eşitlikçi, herkesi aynı kılan görüntüsünün aslında hayli enflasyonist olduğunu fark eder. Bunu anlaması için otel yönetiminin kendisine üzerinde elbette anlamadığı dil ve dünyada aslında var olmayan bir söz dizimini ifade eden alfabe ile yazılmış kağıdı uzatması yeter. Bu bir faturadır ve işaret edilen vezneden tahsil edilmesi gerekmektedir, yoksa her modern dünya vatandaşının anlayabileceği üzere ne kadar para o kadar köfte teoremi devreye girecek, onu otelden atacaklar. Dilini bilmediği yerde bir de barınma ihtiyacından ayrı kalmayı düşünmek insanı temelinden sarstığı için Budai, otel parasını ödememek, polisin gelmesini sağlamak, mutlaka anlaşabileceği dili bilen bir yetkiliyle görüşmek gibi maceralara girişmez. Gider parayı öder ve ABD Dolar’larından çevrilen bu para biriminin hayli değersiz olduğunu fark eder.
Budai, Latin afabesine uzaylı görmüş gibi yabancı gözlerle bakan, yaptığı uçak, otomobil gibi seyahat araçları çizimlerine aldırmayan, karşılaştığı polislerin anlamadığı dilde birkaç cümle konuşup gittiği şehirde kısılma duygusunu yaşarken 921 nolu odasına asansörle çıkışında bir kadın ondan hoşlandığını açıkça belli eder. Belki kadın ile iletişim kurup, bu kabustan uyanabilirim diye düşünen Budai, önce yiyecek, içecek ve azalan para işlerini halletmeye karar verir. Derken dişiyle başlayan sağlık sorunlarını yaşar. Burada ultra totaliter rejimin uzun saatler boyunca ayakta beklemek ve hiçbir insancıl davranış ile karşılaşmamak temalı sağlık politikasıyla yüzleşir. Koskocaman hastane binalarında uzun süre peygamber sabrıyla sınandıktan sonra fabrikada üretim yapar gibi dişi çekilir, daha o koltuktan kalkmadan yerine başkası getirilir.
Yaşamak zorunda kaldığı ve dünyanın hangi kıtası, yarı küresinde olduğunu bile anlayamadığı ülkenin dilini bir dil bilimci olarak çözme çabaları eski Kıbrıs yazıtları, Mısır ve Yunan mitolojisine kadar uzansa da sonuç elde edemez.
Modern bir metin yaratmak
Bir romanın tamamını anlatmayı sevmediğimi belki hatırlayan okurlar bulunabilir. Epepe’nin de tamamını anlatmaya niyetim yok fakat burada söylemek gerekiyor ki romana başlayalı kısa süre olduktan sonra şöyle düşündüm ‘Bu metin George Orwell’in 1984’ü ile Kafka’nın yazın dünyasına atıf yapıyor.’ Sonra yazar Ferenc Karinthy’in yaşam öyküsüne baktım. 1921 gibi talihsiz bir zamanda dünyaya gelmiş. Annesi Nazilerin Auschwitz toplama kampında katledilmiş. Kendisi de İngilizce, İtalyanca, Almanca, Yunanca dillerinden çevriler yapmış. Epepe’nin Hitler, Mussolini ve Stalin’in totaliter rejimlerine atıf yaptığı kendisi gibi bir dil bilimci karakter Budai ile öz yaşamsal bir metin olduğu ortadaydı. Daha ilk anlardan itibaren Karinthy’in yazıldığı 1970’e göre birçok yeni modern yazar ve romana metinlerarasılık yaptığı da göze çarpıyordu. Metni bu gözle okumayı sürdürdüm.
Tahmin edilmesi zor bir metin değil Epepe. Daha sonra Budai’nin otelde karşılaştığı kadınla arasında yakınlaşma gelişir ve derinleşir, birlikte olmalarına rağmen kadınla sözlü bir iletişim kuramaz ve ondan dilin sırlarını öğrenemez ya da yardım isteyemez. Bu totaliter rejimde her şey halk için görünse de aslında halkı sömürme üzerinde kurulduğu için Budai’nin dolardan çevirdiği yerel para kısa süre içinde başvurduğu tüm açlık tedbirlerine rağmen eriyip gider. Anlaşamadığı, iletişim kuramadığı otel yönetimiyle de arasında fatura ödeyip ödememe konusunda tumturaklı bir ilişki baş gösterir. Derken olaylar iletişimsizlikten çıkarak Budai açısından bir iç çatışma daha sonra da gerçekten bir şehir içi çatışmaya dönüşür. Bunun ortasında parasız, kimsesiz, giderek fiziksel ve ruhsal şekilde hasta halde kalan Budai, bu keşmekeşten çıkmanın yollarını arar… Konu giderek içinden çıkılmaz hale gelir. Bir kabus içinde görülen kabusa dönüşür.
Totaliter rejimlerde yaşamak
Epepe, her açıdan bir modern klasik sayılmalı. Hem atıf yaptığı siyasal iklim, hem edebi metinlerle olan ve derinleşen ilişkisi, hem edebiyata kattığı değer ve bakış açısı nedeniyle. Aslında Ferenc Karinthy, baskıcı rejimlerin çağında doğup daha sonra ancak 1970’in rahatlık ortamında bu metni kaleme almış olsa da Türkiye’ye gelişi 53 yıl sürdü. Burada Notos Kitap’ı ayrıca tebrik etmek lazım günümüzde hiç olmayan sadece kitaplarda, resimlerde ve filmlerde kalmış hem ultra baskıcı, hem herkesi değersiz kılan, hem maddi açıdan bir şey biriktiremediğiniz ve üstelik çalışmanıza rağmen elinize geçen parayla insan gibi yaşayamadığınız çoktan tarih olmuş totaliter rejimlerdeki insanın çaresizliği, mutsuzluğu ve güvensizliğini anlatan bu metni yayınladığı için…
Bir gün Napolyon verdiği davette bir soylunun yanına yaklaşıp ‘Beyefendi İspanyolca biliyorlar mı acaba?’ diye sormuş. Fransız soylu, hayli kızarıp bozararak ‘Maalesef hayır ekselansları’ yanıtını vermiş. Napolyon uzaklaşmış. Arkadaşları etrafına toplanıp adama, ‘Seni kesinlikle İspanya’ya büyükelçi atayacak, yoksa niye sorsun’ demişler. Soylu kendine özel hocalar tutmuş, deli gibi çalışmış. Bir yılda İspanyolcayı sökmüş. Ertesi yıl Napolyon davette yine aynı adamın yanına gidip ‘Beyefendi İspanyolca biliyor musunuz?’ diye sorunca ‘Evet ekselansları’ demiş adam. Napolyon gülmüş. ‘Çok iyi’ demiş. ‘O zaman Don Quijote’yi asıl dilinden okuyabilirsiniz. Bir eseri kendi dilinden okumak gibisi yoktur.’
Eskilerin çok haklı sözlerindeki gibi ‘bir lisan, bir insan’ ama bizim gibi iletişim lisansı almışlar da bilir ki mürekkep yalamak da iletişim için her zaman geçerli değildir. Aynı dili konuşmak çoğunlukla iletişimsizliği körükler. Gün içinde onlarca kişiyle aynı dili konuşuruz. Fakat insanlar sadece duymak istediklerini duymaya alışkın olduklarından sözcüklere gerekli olan anlamı yüklemez ve sizinle iletişim kurmazlar, kuruyormuş gibi yaparlar. Yoksa bunca kötülük, bencillik, hoyratlık, hırsızlık ve yalnızlık yaşanır mıydı? Aslında hepimiz kendi dünyamızda yanlış yere gitmiş birer Budai gibiyiz. İletişim kuracağımız, doğru frekansı tutturacağımız en çok da anlaşılacağımız o sihirli anı bekliyoruz.
edebiyathaber.net (14 Haziran 2023)