Söyleşi: Can Öktemer
İlhami Algör’ün 1995 yılında yayınlanan “Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku” romanı, edebiyat dünyamıza ezber bozan bir yerden girmiş; sokağın diliyle argoyu nefis bir şekilde kurguladığı romanı farklı anlatım tarzıyla dikkat çekiyordu. İlhami Algör, “Fakat Müzeyyen”de, sevgilisi tarafından terk edilen bir adamın hayalle gerçek arasına sıkışmış hikayesini anlatıyordu. Lakin bunu, hikayesini hiç önemsemeyerek; karakterin iç dünyasını öne çıkararak, hikayesinde bilinçli boşluklar bırakarak yapıyordu. İlhami Algör, Müzeyyen’den sonra yayımladığı, “Albayım Beni Nezahet ile Evlendir” ve “Kalfa ile Kıralıça”‘da da benzer dil oyunları ve hikaye anlatısıyla karşımıza çıkmıştı. Algör, 2015 yılında İletişim Yayınları tarafından çıkan “İkircikli Biricik”te aşina olduğumuz mevzulara yeniden dahil oluyoruz. Yine dertli mi dertli, sıkıcı gerçeklikle bağını koparmış, hikayesi yarım kalmış kalbi kırık bir aşk mevzusu sahibi kahramanımızın iç çekişlerine, iç seslerine tanıklık ediyoruz. İstanbul yine başrollerde, memleket hallerine öfkeleniyoruz, geçmişe dair pişmanlıklar kahramanımızın peşini bir türlü bırakmıyor. Özetle kitap boyunca “hayat hakkında pek fikri olmayan” bir kahraman hikayesini dinliyoruz. İlhami Algör’le son kitabı İkircikli Biricik’i, hayat, ve yarım kalan aşklar üzerine konuştuk.
İkircikli Biricik’te hikayesini dinlediğimiz kahramanımız. “Hayat hakkında pek fikri olmayan”, yalnız, evde kalmış ve kendisine bir düzen tutturamamış birisi… Onun bu hali insanın aklına son zamanların moda tabirleri kaybeden ve tutunamayan tipolojisini de getiriyor. Siz karakterinizi nasıl tarif edersiniz? Bu bağlamda son zamanlardaki kaybeden romantizmi için ne demek istersiniz?
“Romantizm” bazı halleri ile benden uzaklaşıyor artık. Belki yaş nedeniyle. Veya insan yeni algılama, düşünme, hissetme biçimleri ediniyor zamanla. “Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku”da terk edilmiş bir adamın acısını sağaltma yolu olarak, romantik haller bulabilirsin. Orada adamımız, Sadri Alışık’tan hicaz makamına, mevcut kültürel kodları kullanarak örüyor kozasını. Benim kuşağım bu gibi kodların gündelik hayatta daha yoğun yer aldığı bir dönemde sosyalleşti. O kültürel kodlar, duygularımızı saklamamız, inkar etmemiz veya ifade etmemiz için bize kıvrak ve etkili elemanlar sunuyor. O elemanları kullanarak etkili yalanlar kurabilirsin. Kendine bile yalan söyleyebilirsin. O esnada sana bir ud veya tanbur eşlik edebilir. Ama zaman çok değişti. O kodlara, değerlere, tutumlara ve önermelerine daha mesafeli bakabiliyoruz. “Fakat Müzeyyen..”, sevgilisini kaybetmiş adamın ruhuna hicranını sarışından söz ederken, bu gibi “duygulanımların” ironisine de yol veriyor. İkircikli Biricik biraz farklı. Orada Müzeyyenvari derin bir tutku yok ve masaya alevli meyve gelmiyor. “Kaybeden romantizmi”nin son yıllardaki hallerini takip edemedim. Ama o aralığı veya dönemi geçtik artık diye düşünüyorum.
Romanda hemen ilk göze çarpan durum yine incelikle tasarlanmış kurgu ve dil. Tempolu, akıcı, biraz oyunbaz bir dil diğer romanlarınızda olduğu gibi burada da kendini gösteriyor. Son zamanlarda edebiyatımızda daha sade ve minimal bir dil göze çarpıyor. Bu anlamda dil meselesi için ne demek istersiniz?
“Dirty realities” kavramı ile ilgili bir makale bulursan bana gönder lütfen. Kavram Raymond Carver için kullanıldı. Daha sade ve minimal dil anlamında. Fellini filmlerini hatırlar mısın? Başımızı döndürürdü Fellini’nin hikayeleri ve sinema dili. Ne oldu o dile? Veya tersinden soralım, hayata ne oldu da biz bazı dilleri bıraktık? Dönemler değişiyor ve dil de değişiyor… İster edebiyat ister sinema veya müzik. Hepsinin arkasında gündelik hayatın akışındaki değişim var. O akışı mümkün kılan yeni örüntü var. O örüntü ekonomik-siyasi belirleyicilerin etkin olduğu bir süreçte kendini yeniliyor. O esnada biz hayat dediğimiz şeyi yaşıyoruz. Ve böylece musluktan su içebilen bir çocukluktan, banka veya internet şifreni unutursan boku yediğin günlere geldik. O bok kokusu yoğunlaştıkça dilin de neşesi kaçıyor. İnsan cam kırıkları ile kurulmuş bir yap-boz hayal ediyor. Soğuk, sessiz bir yap-boz. Dilin değişmesi kaçınılmaz. “e” harfinin açık hale gelmesi de, şehirli genç vokallerin şarkılarını “jazzy” edalı söyleyişleri de pakete dahil. Ama şükür ki “sıkıntı yok”.
İkircikli Biricik’te başrolü üstlenen kahramanımız, kitap boyunca bir nevi Yusuf Atılgan’ın Bay C.’snin paltosunu giyip, flanör misali gün boyu şehir içerisinde dolaşıyor. Modern insanı nefes nefese bırakan hızından ve zaman algısının dışında hayatı gözlemliyor. Hayatın içine karışabilmek, farkındalığımızı arttırabilmek için biraz hayatı yavaşlatmak gerekiyor mu sizce? Siz nasıl yorumlarsınız bu durumu?
Bu sorudan kaçacağım. Önceki sorular kitaplar üzerinden idi. Beni bağlardı. Burada alan dışına çıkıyoruz. “modern, insan, hız, zaman, algı…” Bu kavramlar ve aralarındaki ilişkilerden söz eden onlarca kitap var Türkçe de. Veya internet üzerinden de erişilebilecek makale, denemeler var. Hatta bu konular üzerine söz eden videolar var. Bunları öneriyor muyum? Hayır. Okuyana mani olur muyum? Hayır. Fakat bir siyam kedisi ile bakışmak daha iyi sonuç verebilir bazen.
Kitapta iç ses meselesi önemli bir yerde. Kahramanımız çoğunlukla kendisiyle hasbihal ediyor, memleket hallerine dertleniyor, sinirleniyor, öfkeleniyor… Bu anlamda memleketin geçmişten bugüne hoşlanmadığı dış sesleri susturan haleti ruhiyesi sebebiyle biraz iç sesimize döndüğümüz söylenebilir mi? Siz bu iç ses meselesi için ne demek istersiniz?
İkircikli Biricik’de “iç ses”, bir kişi ile sınırlı. Memleketi kapsamıyor. Memleketin bazı halleri kahramanımızı kapsamış, sarmalamış olabilir. Yine de sorabiliriz: Bir memleket diğer/dış sesleri sansürleyen, susturan bir halet-i ruhiye’yi nasıl edinir? Velev ki iktidar ve iradenin eğitimden bilmem neye, toplumun gündelik hayatını nasıl yaşayacağını düzenleyen uygulamaları olsun. Toplum bunu nasıl içselleştirir, nasıl yeniden üretir veya nasıl baş eder? Veya kafadan girelim, Türkiye’nin bugün iç sesi var mıdır? Türkiye’nin iç’i var mıdır? Kalmış mıdır? Nedir? … Bu gibi soruların cevabını verebilirsem size yazacağım.
İkircikli Biricik’in kahramanı biraz geçmişte kalmış gibi, her gece masasına sofrasına bir takım hayaletler çağırıyor. Elinin avucunun içinden kaymış gitmiş zamanı geri getirmeye çalışıyor. Siz bu geçmiş saplantısı için ne demek istersiniz? Geçmişi geri almak ne kadar mümkün?
Ben bu dünyaya geldim geleli, bizim buralarda geçmişe aşırı düşkünlük gördüm. Temel fizik yasaları gibi bir durum; geleceği üretemez isen, geçmişi çağırırsın. O esnada gün kaçar. Yazık olur ömrümüze.
Kahramanın bir de yarım kalmış bir aşk meselesi var. Bu mesele isimsiz kahramanımızın kalbinde saplanıp kalmış durumda. Bazı hikayelerin kaderi yarım kalmaktır derler, ben de bir bilene sorayım dedim. Siz yarım kalan hikayelerin bir gün mutlaka tamamlanacağına inanlardan mısınız?
Gülümsettin beni. Yarım dediğimiz şey, bizatihi kendisi olarak anılabilecek bir bütün. Yani eksik ve tamamlanması gereken bir şey değil bence. Geçmişteki bir “yarım” ileride tamamlanmak mecburiyetinde değil. O “yarım” dediğimiz’in bize kattıkları vardır. O katkılar bizimle yola devam ederler. Biz bir çok yarımın katkıları ile yola devam ederiz. Görünürde bir bütünlük arz ederiz. Oysa görüntüdür sadece. Bütünlük şart da değildir. Zaten bir gün geliyor ve bir çukurda bütün oluyorsun. Al sana bütün. (Garip bir sesi var bu kelimenin)
Can Öktemer – edebiyathaber.net (26 Mart 2018)