Söyleşi serimizin ilk konuğu, Bilgi Yayınevi’nden çıkan “Dalgaların Götürdüğü“ adlı ilk kitabı ile Fatih Dağdelen.
Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Kitaplarla ve yazmakla olan ilişkiniz nasıl başladı?
D.E.Ü. Dramatik Yazarlık Dramaturgi Ana Sanat Dalı mezunuyum. Şu an aynı üniversitenin sahne sanatları bölümünde yüksek lisans eğitimimi sürdürüyorum. Uzun zamandır tiyatroda, sinemada, edebiyatta öyküler anlatıyorum. Sanat disiplinlerinde verilen eserlerin tümüne bir “öykü” olarak bakıyorum. Roman, film, tiyatro oyunu, resim, heykel, müzik, dans… Sonuçta her eser bir öykü anlatıyor. Aslında değişen tek şey bu öykülerin hangi sanat disiplininde vücut bulacağı. Çünkü neyi, nerede anlatacağımıza çoğu zaman biz karar vermiyoruz; öykü kendi yolunu çiziyor. Ben yazın alanındayım, öykülerimi de bu alanda anlatıyorum. Kısacası, öykülerle yaşayan ve öyküler anlatmayı seven biriyim.
Kitaplarla ilişkim biraz geç başladı. Büyüdüğüm evde ya da çevremde kitap okuyan kimse yoktu. Evdeki kitaplar -birkaç ansiklopedi, annemin lise yıllarından kalma birkaç edebiyat kitabı ve gazetelerden çıkan promosyonlar- daha çok vitrin süsüydü. Ayrıca çocukluğumda öğrenme güçlüğü çekiyordum. Belki özel eğitim almam gerekirdi, ama küçük yerlerde bu tür şeylerin ‘adının çıkmasından’ korkulur. Aileler de durumu kabullenmek istemez. Benim ailem de pek yanaşmadı. Bir de benim gibi öğrenciler de kasabalarda -bazı- öğretmenlerin pek umurunda olmaz. Geçer bir not verip kurtulmak isterler. Dolayısıyla okuma yazmayı öğrenmem yaşıtlarıma göre uzun sürdü.
Dokuz yaşıma kadar kitapların sadece kapaklarına, içindeki resimlere bakmak bile beni büyülüyordu. Sonunda okumayı öğrendiğimde, kapakların ve o resimlerin aslında neyi anlattığını çözmek sihirli bir şeydi. Sanki önüme gizli bir dünya açılmıştı. Biraz da geç kalmanın verdiği endişeyle elime ne geçerse hızla okumaya başladım. Hızdan kastım da olsa olsa bir kaplumbağanın telaşıdır. Annem gençken edebiyatı severmiş. Dedem, kazanmasına rağmen üniversiteye göndermeyince edebiyata küsmüş. İlk okuduğum kitaplar onun lise dönemi kitaplarıydı. En çok Sait Faik’in öyküleri vardı içlerinde. Bu yüzden ona karşı müthiş bir sevgim var. Sait Faik sağda solda bir deftere, kâğıda öylesine adını soyadını yazmışsa onu bile okumuşumdur. Üniversiteye başladığımdaysa varoluşçulara dadandım. Lisans tezimi de varoluşçuluk bağlamında iki tiyatro eserini inceleyerek yazdım. Şimdilerde akımlarla çok ilgilenmiyorum; öykünün sesi nereden geliyorsa, ona kulak veriyorum.
Gerçekten bir öykü anlatmayaysa üniversiteye ilk geçtiğim yıllarda başladım. Tabii ki hepsi çok kötüydü. Bilgisayar Programcılığı okuyordum. Daha doğrusu okuyor gibi yapıyordum. Antalya’daydım. Evden pek çıkmaz, okula gitmezdim. Her şeyin başı can sıkıntısı ve yalnızlık. Onu anlatmakla başladım. Sonra zaten insanın derdi neyse o dökülüyor kâğıda.
D.E.Ü. Güzel Sanatlar Fakültesi Dramatik Yazarlık-Dramaturgi Ana Sanat Dalı sınavlarına girip başarılı olunca artık yazmak işim haline geldi. Tiyatro oyunlarımla ödüller aldım, Doğuş Algün ile yazdığımız film gösterim yaptı, dergilerde öyküler yazmaya başladım. Pek bir şey kazanmasam da benden mutlusu yoktu.
Kitabınızın ortaya çıkış öyküsünü anlatabilir misiniz? Fikir nasıl doğdu, kitabın ismine nasıl karar verdiniz, yazma sürecinde neler yaşadınız?
Kitap on iki öyküden oluşuyor. Bunların birçoğu, daha önce çeşitli dergilerde ve platformlarda yayımlanmış metinler: Varlık Dergisi, Can Yayınları’nın çıkardığı Öykü Gazetesi, sonraları Deliler Teknesi, Mevzu, Edebiyatist gibi edebiyat dergileri ve Kalem Kahve Klavye gibi dijital mecralarda yer aldı. Her birinin yazılış tarihi birbirinden oldukça farklı.
Çalıştığım işler hep gece vardiyalıydı. Malum, Türkiye’de “Ben yazarım, oturayım da bir düzen ve disiplin içinde yazayım.” demek kolay değil. Ailenden maddi bir dayanak yoksa ve üniversite diploman da “meslekten sayılan” bir alandan gelmiyorsa, hayatta kalmak için ne iş bulursan yapman gerekiyor. Üstelik çalıştığım işler fiziksel olarak da oldukça yıpratıcıydı. Dolayısıyla uzun bir zaman kendime düzenli, sürdürülebilir bir yazma disiplini kuramadım.
Başlangıçta bu öykülerin bir kitap dosyası oluşturacak ortaklığa sahip olmadığını düşünüyordum. Her biri kendi başına, bağımsız metinlerdi. Ortak bir bağlamları, temasal bir eksenleri yok gibiydi. Ta ki bir geceye kadar. İzmir’in Güzelyalı sahilinde Alper Büyükbudak’la yazdığımız öyküleri karşılıklı olarak birbirimize sesli okurken, “Senin öykülerinde üslup ve anlatım bakımından ortak bir damar var. Okuyucuda bıraktığı his hep aynı yerde birleşiyor.” deyiverdi. O gece, bir dosya oluşturma fikri doğdu.
O sırada Alper’e okuduğum öykü de Dalgaların Götürdüğü idi. Kitabın isminin bu öyküden gelmesini istedim. Ardından dosyayı tamamlayıp yayınevlerine göndermeye başladım.
Kitabınızı tamamladıktan sonra yayınevi bulma süreciniz nasıl geçti? Kitabınızı basmaya karar veren yayıneviyle yaşadığınız süreç nasıldı?
Zor ve uzun bir süreçti. Yayınevlerinin çoğu öyle birkaç ayda dönüş yapmıyor. Altı aya kadar süre veren yayınevleri var. Hatta bazılarından olumsuz bir geri dönüş bile alamıyorsunuz. Üstelik “isimsiz” birinin öykülerini basacak, yazara ödeme yapacak, ticari anlamda bu riski alacak yayınevi bulmak da zor (insanın yazdıkları karşılığında bir kuruş dahi olsa almasının çok önemli olduğunu düşünüyorum). Her ne kadar dramatik yazarlık mezunu olsam da öyle geniş bir edebiyat çevrem de yoktu. Eğitim boyunca her alanda metin üretsek de ağırlıklı olarak tiyatro üzerine çalıştık. Sonuç itibariyle orası “dramatik” metinler üzerine eğitim aldığımız bir okuldu.
Edebiyat alanında yazıyordum ve dosyamı birinin -en azından- okuması ve olumsuz da olsa dönüş yapması bile çok değerliydi. Bir zaman sonra dosyamın dikkate değer bir niteliği olmadığı fikrine kapılmıştım. Bu da sürekli olarak öyküleri değiştirmeme, silmeme, yenilerini yazmama ya da düzeltmeme neden oldu. Ne var ki bu düzenleme ve yeniden yazımların sonu yoktur, ömrünüz boyunca devam edebilirsiniz. Bir noktada ret cevaplarından ve sessizliklerden oluşan bir koleksiyon yapabilecek aşamaya gelmiştim. O sürecin sonunda dosyamı Ümit Özger okumuştu ve kendi çalıştığı yayınevine uygun olmadığını ancak dosyayı dikkate değer bulduğunu yazdı. Bu beni epey cesaretlendirdi ve önerdiği birkaç yayınevine daha gönderdim. Editör Yağmur Saygılı dosyayı okumuş ve Bilgi Yayınevi’nin Çağdaş Öykü Serisi’nde yayımlamayı düşündüklerini söyledi. Yaklaşık altı ay sonra da Bilgi Yayınevi Yönetim Kurulu Üyesi, şair-yazar Mesut Örs’ten bir telefon aldım. Yayınevine gönderdiğim üç dosya vardı, olumsuz geri dönüş alınca düzenleyip iki kere daha göndermiştim. Bu dosyalar içinde ilk gönderdiğimi yayımlamak istediklerini söyledi. Unutamayacağım bir telefon görüşmesidir. Sesi hâlâ kulaklarımda. Bir restoranın arkasında bulaşık yıkıyordum. Telefondaki kişi adını ve unvanını söyleyince heyecandan telefonu evyeye düşürecektim. Konuşurken sesim titriyordu. Kalbimin atışı iki katlı bulaşık önlüğünden bile görülebilirdi. Ardından editör Murat Çelik ile çalışmaya başladık ve Aralık 2024’te Dalgaların Götürdüğü yayımlandı.
Kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz? Kitapta sizi en çok etkileyen bölüm hangisi?
Dalgaların Götürdüğü’nde anlatılan öyküler daha çok kayıplarla ilgili. Bazı şeyleri tutmaya çalışırsınız ama ne yaparsanız yapın, giderler. Bazen bu bir şehir olur, bazen bir aşk, bazen de hayatınızın bir dönemi. Kimse zamandan güçlü değil. İnsan yine de birçok şeye, akşamüstü boş arsada oynanan bir futbol maçına, çocukluğuna, bir limona, babasına, aşkına tutunmaya çalışır. Zamana müdahil olabileceğinin yanılgısı içindedir. Dalgaların Götürdüğü, işte o tutulamayan, sabitlenemeyen şeyler hakkında; bazen bir ömrün, bir aşkın, bahar aylarında bir cumartesi gününün, çocukluğun, oyunların yitirilmesi hakkında. Ama zaman da dalgalar gibi alıp götürür ne varsa… Tabii dalgalar da zaman da sadece götürmez, geri de getirir. O yüzden bu öykülerde bir kayıp hissi olsa da, o kayıpların insanlara getirdikleri de var. Neyse ki/ne yazık ki dalgalar, götürdüklerini hiçbir zaman aldıkları gibi geri getirmezler. Bize kalan bazen pürüzsüz bir deniz taşı, bazen de biçimsiz sivri uçlu kayalar olur.
Kitabın sonunda, son anda kendisine yer bulsa da beni en çok etkileyen son öyküdür: Çemberin Çizgileri. Umarım okura da insanın boğazına yutku yutku dizilen zamanın geri gelmeyişindeki hüznü ifade edebilmişimdir. Hâlâ saçları kumral ve kıvırcık, yüzü daima güleç ama içinde hep canı sıkkın bir çocuk taşıyan dostumun da o anı hatırlayıp kasvetli, hüzünlü ama bir o kadar güzel zamanları anımsadığına eminim.
Masalardan erken kalkıp gecenin boşluğundaki sancıyı tatmayana ne söylenebilir ki? Hayatta da edebiyatta da öyle değil midir; anlatınlar sonuna kadar gitmek isteyenlerin, masada kalanların, yükselmek için zeminden sekenlerin, sonunu görmek arzusuna karşı koyamayanların ya da gecenin sonuna yolculuk edenlerin öyküleridir.
İlk kitabı yayımlamanın en büyük heyecanı ve en büyük zorluğu neydi? Kitabınız yayımlandıktan sonra aldığınız tepkiler nasıldı?
Yazarlığı birincil mesleğim olarak, bir anlamda profesyonel olarak sürdürme kararı aldığımda kendimi olmayacak bir hevesin peşine düşmüş romantik biri olarak gördüğüm zamanlar olmuştu. Sait Faik’in ilk öyküsünü yayımlattığı yaşta ben de Varlık Dergisi’nden kabul almıştım. Biraz takıntılı hale gelmiştim ona. Sait Faik’in ilk kitabını yayımlattığı yaşı da geçtiğimde epey canım sıkılmıştı. O zaman editörlük, reklam yazarlığı, redaktörlük, son okuma ya da freelance bir gelir kapısı arıyordum. Daha doğrusu uzun ve yorucu çalışma şartlarından sıyrılmaya çalışıyordum. Bir yandan garsonluk yapıyordum. Başka bir gelirim olmasa da işimden istifa ettim. Bir süre günlük işlerde çalışarak devam ettim. Yeter ki yazmaya vakit kalsın ve ben iyi-kötü dosyamı tamamlayayım istedim. Ama bu konuda ne ailemden ne de en yakınımdakilerden bir destek görememiştim. Onları da anlıyordum tabii, bana verebilecek öğütlerinden başka bir şeyleri yoktu ki… Genel söylem “acından ölürsün” olunca insan ister istemez paniğe kapılıyor yapmaya çalıştığı şeyle ilgili.
Sonunda kitabım raflardaki yerini alınca hepsine değdiğini düşündüm. Fiziksel baskı elime ilk geçtiğinde, yıllarca süren bekleyişin, zorlukların ve umutların tümü bir anda önüme serildi. Varlık Dergisi’ndeki öykümü hatırladım; benzer bir histi. Dergiyi elime alışım, kitapçının kokusu, guruldayan midem, aradığım dostlarım ve uykusuz sabahlarım geldi aklıma. Hepsine değmişti. Dalgaların Götürdüğü, o uçsuz bucaksız denizden geri dönüp, kaybettiklerimi bana, eksik de olsa, birer hatıra olarak geri getirmişti.
İlk kitabınızı yayımladıktan sonra yazarlık konusunda düşünceleriniz değişti mi?
Hayır. Açıkçası, mezun olduğum bölümün sunduğu iş imkânlarının neredeyse tümüne başvurmama rağmen hâlâ bir düzen tutturabilmiş de değilim. Ha, tutturan arkadaşlar yok mu, nadir de olsa var, fakat onlar da işleri dışında bir şey yazmıyorlar. Bu bana çok garip geliyor. Koca bir akşamları, cumartesi öğleden sonraları, hatta bazılarının kocaman hafta sonları ya da yıllık izinleri var. Yine de zamansızlıktan, oturup bir şey yazamamaktan yakınıyorlar. Fikirleri var, tasarıları var ama belki de tutkuları eski gücünü yitirmiştir. Benim için en kötüsü bu olurdu sanırım. Ama bir neticeye ulaşmak kolay olmuyor, bir sonuca varınca da insan -tüm şartlara rağmen- beyaz sayfaları öyküleriyle doldurmaya devam ediyor.
Özetle, değişmedi. Çünkü ben hangi sanat disiplininde yer alırsam alayım öyküler anlatmaktan vazgeçemeyeceğimi biliyorum. Bu yüzden koşullar ne olursa olsun yazamaya devam edeceğim.
Yeni bir kitap için çalışmalarınızı sürdürüyor musunuz? Henüz kitabı yayımlanmamış yazarlara tavsiyeleriniz neler olur?
Kitap yayımlandıktan sonra uzun zamandır planladığım bir roman üzerine çalışmaya başladım: Sahra Çalısının Ölümü. Artık ne zaman biter, okura ne zaman ulaşır bilmiyorum. Yeniden bir öykü içinde olmak ve edebiyatın başka bir türünde bu uğraşı vermek güzel.
Sanırım yukarıda yazdıklarımın bir kısmıyla henüz kitabı yayımlanmamış yazarlara da tavsiyeler vermiş oldum. Sadece ekleyeceğim birkaç şey var. Her disiplinde olduğu gibi bu alanda da inat çok önemli. Yazmak, her şeyin ötesinde bir direnme biçimi; bu yüzden kalem hep elde olmalı. Sırf antrenman olsa bile her gün bir şeyler yazmak ve okumak çok önemli; bir şekilde yazılan metnin son noktasını koymak da öyle. Tamamlanmayan bir metin -en yakın arkadaşa bile olsa- asla gönderilmemeli. Bence bunun yazara ve anlatılan öyküye pek çok zararı var. Tamamlanmış hissi yaratıyor ya da erken yorum alındığı için metnin geri kalanı bozuluyor, daha yazılmadan şekil değiştiriyor.
Yayınevlerinin kapılarını, yoksa pencerelerini, o da yoksa bacalarını çalmaktan vazgeçmesinler. Ölmeyecek kadar kazanıp kalan zamanda da daima taze bir tutkuyla kâğıdın/klavyenin başına oturmak mümkün. Her şeyden vazgeçmek bir joker olarak her zaman elimizde. Tüm umutlarının sonuna gelmeden o kartı kullanmamalı insan. Bir kahve yapıp anlatmaya devam etmek yeterli.
Türkiye’de pek çok alanda mücadele vermek imrenerek baktığımız bazı ülkelere kıyasla oldukça zorlayıcı olabiliyor. Bazı zamanlarda hepimiz umutsuzluğa düşüyoruz. Yine de dostum Edip Mert Arslan’ın söylediği gibi:
“Gardınızı düşürmeyin.”
Umudumuzu yeniden yeşertenlere de selam olsun.
Sevgiler…