İlk kitabı Anlatmak söyleşilerimizin konuğu Epona Yayınları’ndan çıkan “Kırkyama” adlı kitabıyla Demet Eker.
“Normal gibi görünüp içeriden deliren insanlar olup çıkıyoruz. Kendi tedavi yöntemlerimizi de bulmak durumunda kalıyoruz sonrasında. Bu delirme hallerinden kesitler dışında benim asıl meselem yaşadığım ve tanık olduğum kültürün parçalarının unutulup gitmesiyle ilgili. Son söyleyenleriyle o sözlerin, son uygulayanlarıyla o geleneklerin bizden sonra da bilinmesi gerekiyor. İşte bunları parça parça öykülerimde kullanmaya gayret ediyorum.”
Kırkyama ilk kitabınız… İlk kitaplar çok zordur. Kitabınızı yazarken, içeriğini belirlerken ismini koyarken nelerden etkilendiniz? Kitabınızın yazma sürecinden yayınlama sürecine kadar duygularınızı, düşlerinizi ve düşüncelerinizi bizimle paylaşabilir misiniz?
Kesinlikle çok zor ve heyecanlı bir süreç. Kitabın olması fikri bana hep uzak gelirdi. Evet, yazıyordum, biriktiriyordum fakat bunların bir kitap haline gelmesi bir çeşit ütopyaydı diyebilirim. Kendi ütopyam yahut kendi ideallerimin başat noktası. Yazdıklarım yayımlandıkça kitaplaştırmam konusunda çok fazla destek almaya başladım. Dergilerdeki öyküleri ve yenilerini bir kitapta toplamam gerektiğini söylüyorlar hatta baskı yapıyorlardı. Edebiyat öğretiminin içinde olup çocukluğunuzdan bu yana nitelikli pek çok eser okuyunca ve bunları inceleyince teori alanınızı pratiğe dönüştürme hususunda daha çekingen davranabiliyorsunuz. En doğru zaman buymuş belki de.
Kitabın içeriği kendiliğinden ortaya çıktı. Bin yıldır vardım sanki ve bu bin yılın haykırmam için bana dayattıkları vardı. Çocukluktan itibaren evde konuşulanlar, teyzemin masalları, anneannemin ve babaannemin manileri, tekerlemeleri, atasözleri, kısacası kulağıma üflenen her söz unutulmamaları konusunda fısıldadılar sanırım. Aldığım eğitimi ve doğduğum coğrafyaya olan hayranlığımı da tüm bunlara eklediğimizde konular beliriverdi. Bu sayede gerçekle gerçeküstü, hayatın karmaşa ve zorluğunda kurmacayı oluşturmada bir araya geldiler. Hayata dair bir “an” öykü bütünlüğünde, bazen tanıdığım bazen de yazarken tanıdığım anlatıcıların ağzından kâğıda döküldü.
Kitabın adında bir kere bile tereddüt etmediğimi söyleyebilirim. Öyküye başlamam, öykü atölyeleri sayesinde oldu. Bu atölyelerden birinde “Kırkyama”yı yazdım. Kurmaca dünyamın sembolü oldu Kırkyama. Renkler bir araya geldiğinde ahengi nasıl oluşturuyorsa benim öykülerimin de böyle bir ahenkle toplanmalarını istedim. Birbirine benzemeyen bir sürü karakter, kitapta dil ve anlatım sayesinde kendi ülkelerinin temsilcileri oldular. Böylece Kırkyama ismini koymak hiç de zor olmadı.
Kırkyama kitabınızı severek okudum. Ve okur okumaz size görüşlerimi iletmiştim. Öykülerinizin içeriğini özetlersem, insanın delirme hallerinden kesitler diyebilirim. Siz bu görüşüme katılır mısınız? Ya da bu görüşüme eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Değerli görüşleriniz ve okur okumaz dönüşünüz benim için çok kıymetliydi. Bunun için size tekrar teşekkür etmek istiyorum. Evet, bazı öyküler modern insanın delirme hallerini anlatıyor. Gündelik hayatlarımızda sınırlarda dolaştığımızı gözlemliyorum. Bir tarafta “normal” (bu normali de nasıl tanımlarız bilemiyorum) olanı öbür tarafta inanılmaz pek çok olayı kompakt yahut sıkıştırılmış bir biçimde yaşıyoruz. Fazla hızlandırılmış sanal gerçeklik dünyasında gibiyiz. Sosyal medyada ya da haberlerde gördüğümüz, okuduğumuz bir olay karşısında dilimiz tutuluyor. Hayatımızı devam ettirmemiz de gerekiyor bu sırada. Normal gibi görünüp içeriden deliren insanlar olup çıkıyoruz. Kendi tedavi yöntemlerimizi de bulmak durumunda kalıyoruz sonrasında.
Bu delirme hallerinden kesitler dışında benim asıl meselem yaşadığım ve tanık olduğum kültürün parçalarının unutulup gitmesiyle ilgili. Son söyleyenleriyle o sözlerin, son uygulayanlarıyla o geleneklerin bizden sonra da bilinmesi gerekiyor. İşte bunları parça parça öykülerimde kullanmaya gayret ediyorum. 21. yüzyılda yaşıyoruz fakat yerel unsurları değiştirip dönüştürerek ya da aynen kullanarak da varlıklarını devam ettiriyoruz. Genel kabullenişle, sorgulamadan. Bir zamanlar, insanlar, anlamlandıramadıkları taş ve kayalar için efsaneler söylüyordu. Şimdi durum değişti mi peki? Aklın ve bilimin egemen olduğu bir çağdayız. Dünyanın öbür ucuyla anında görüşme şansına sahibiz fakat açıklayamadıklarımızla ilgili hikâyeler anlatmaya da devam ediyoruz. Kırkyama’da gelenekseli moderne taşıyan kesitler de olduğunu eklemem gerekiyor kısacası.
Bunu da size iletmiştim, kendinize ait bir dil yakaladığınızı… Öykülerinizde ikinci tekilden tutun da Tanrı anlatıcıya kadar anlatım zenginliğini son derece doğal kullanıyorsunuz. Ki bu da öykülerinizi bazen daha içten okunur hale getiriyor. Dil, bu ilk kitabınızda sizi nereye kadar zorladı?
Edebiyat öğretiminin içinde bulunmak avantaj da dezavantaj da olabiliyor. Anlatım bozukluğu yapmamak için kendimi zorladığımı ve kalemimin biraz kuralcı hale geldiğini gördüm. İşin içine bir de didaktiklik girdi. Serbest ve bilmeden yazmak gerekiyor bazen. Dilin doğal akışını, ritmini kolaylaştırmak için kuralları esnetmek ve katılıktan uzaklaşmak. Edebiyi ve üslup oluşturmada dilin imkânlarını zorlamak önemli. Konu bakımından değinilmeyen bir nokta yoktur. İnsanlık, uzun süredir yerel ya da evrensel her alanı yazıyor. Bir yazarın farkını ortaya koymak için de dilin imkânlarından faydalanması gerekiyor. En azından benim bakış açım bu yönde. Üslubunuzu bulmaya çalışırken de farklı bakış açıları, size özgü dil biçimleri ortaya çıkarabiliyorsunuz. Bu anlamda benim dil serüvenimin devam ettiğini söyleyebilirim.
Kırkyama’nın yayınlanmasından sonra kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz şimdi?
Başladığım yerde değilim ama çok da kayda değer bir farklılık olduğunu düşünmüyorum. Okumaya, araştırmaya, yazmaya devam ediyorum. Eskiden kitabı olmayan ve çeşitli dergilerde öyküleri çıkan bir edebiyat gönüllüsüydüm, şimdi kitabı olan bir edebiyat gönüllüsü. Biraz önce de söylediğim gibi benim serüvenim devam ediyor. Bizde Yaşar Kemal’i ve diğer ustaları, dünya edebiyatında Marquez’i düşününce yaptığımın çok da önemli olmadığının farkındayım. Kendi sınırlarımı genişletmenin derdindeyim aslına bakılırsa.
Kırkyama adlı öykü kitabınızla ilgili epey nitelikli dönüşler oldu, takip ettim. Bu geri dönüşler beklentilerinizi karşıladı mı?
Fazlasıyla karşıladı diyebilirim. Hiç beklemediğim dönütler aldım. Hepsi de çok kıymetliydi. Aynı cümlenin içinde yer almamızın hayal olduğu ustaların teveccüh göstermesi, hayatım boyunca unutamayacağım anlar içinde. Düşünsenize, derslerinizde üzerinde konuşmuşsunuz, kitaplarını kendiniz okumuşsunuz, incelemişsiniz öğrencilerinizle, tavsiye etmişsiniz onların yazdıklarını; birden onlar sizin yazdıklarınızı okumaya ve değerlendirmeye başlamış. Şahane bir duygu.
Niye yazmaya karar verdiniz?
Kitabın başına bir cümle yazmıştım: Bin yıldır içimde tuttuklarımı haykırmakmış başlamak. Özeti burada saklı bu sorunuzun. Ne zaman başladım ve nasıl karar verdim kısmı bu cevaba dayalı. İçimde taşmaya hazır bir ırmak vardı ve ben bu ırmağa bentler koyuyordum. Artık haykırmalı ve yazmalıydım. Bir çeşit sağaltım diyebiliriz. Kendimce iyileşmenin yöntemi oldu yazmak.
Öykü yazmaya karar vermek konusuna gelecek olursak kendimi bildim bileli okumaya ve yazmaya ilgim var. Okuma kısmı daha öncelikliydi elbette. Okuduklarım, yaşadıklarım, duyduklarım, hissettiklerim yazmaya daha da yaklaştırdı bu sürede. Şiir ve denemeler yerini öyküye bıraktı. Öyle ya da böyle kendiliğinden gelişen bir eylem diyebilirim. Bir çeşit keşif aynı zamanda. Yazarken sınırlarımızı, iyiliğimizi ya da kötülüğümüzü daha çok fark ediyoruz diye düşünüyorum.
Etkilendiğiniz yazarlar var mı? Bu yazarların sizde bıraktığı etkiye neden olan yapıtlar hangileri? Bu yapıtlardan birkaç örnekleme yaparak bu etkiyi bize aktarabilir misiniz?
Çok zor bir soru. Pek çok yazar var, kimisi yaşamasa da birini anınca öteki gücenir gibi hissediyorum. Hayranlığım beni tanıyanlar tarafından bilinen birkaç usta kalemden söz edebilirim belki. Dili kullanma kaygı ve çabamda beni en çok etkileyen yazar Yaşar Kemal. Onun yazdıklarında ortaya çıkan destansı dile hayranım. Epopenin bittiği bir çağda, dille destan yaratmak müthiş bir durum. Latife Tekin ve Marquez de etkilendiğim yazarlardan. Kişisel yolculuğumun haritasında Sevgili Arsız Ölüm ve Yüzyıllık Yalnızlık romanlarının büyük payı var. Yerelden evrenseli yakalamadaki başarıları, sıra dışı olanı sıradanlaştıran anlatımları bakımından çok etkilendim. Son dönemde ise yarattığı dil ve karakterlerle Faruk Duman’ı ekleyebilirim. Sus Barbatus’u, Keder Atlısı’nı herkes okumalı.
Okumakla yazmak arasındaki bağa inanıyor musunuz? Bu bağ siz de nasıl çağrışım yapıyor?
Evet, bu bağa inanıyorum. Bugün yazdıklarımı, şimdiye kadar okuduklarıma ve yaşadıklarıma borçluyum. Yazma yeteneği okuma davranışıyla beslenmezse yarım kalır ve devam ettirilemez inancındayım. Bir süre idare edersiniz belki ama tıkanırsınız. Sonuçta okuduklarımız bir yerlerde sentezleniyor, kendi yaşantılarımız ve gözlemlerimizle yeniden yaratım sürecinin içine dahil oluyor. Kendi üslubumuzu bulmamız için de yazılanlar hakkında bir fikre ihtiyaç duymamız açısından nitelikli okurlar olmamız şart.
Bu son soruyu herkese soruyorum ve samimi bir yanıt istiyorum. Günde kaç saat ve ne tür kitaplar okuyorsunuz? Okumaya inancınız nasıl?
Bu aralar okumamın azaldığını itiraf edebilirim. 6 Şubat’ta yaşadığımız deprem hepimizi derinden etkiledi. Yaşadıklarımızı ve yaptıklarımızı sorgular hale geldik. Böyle duraklarım toplumsal olaylar dışında da başıma geldi ancak bu sefer en az kırk altı bin yakınımı kaybetmişim hissiyatı var. Gündelik alışkanlıklarım değişti, değişsin de. Bu enkazı sırtlanmamız gerekiyor. Beraber. Elimizden geldiği kadar. Kendime zaman tanımak istiyorum zaten. Okumanın da yazmak gibi bir tedavi gücünün olduğunu düşünüyorum sonuçta. Rutinimde her gün birkaç saat okumaya zaman ayırırdım. Okumak benim için ciddi bir iş. Şu sıralar elimde Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk, Doğu Öyküleri ve bir de muhtemelen sizlerin de okuyacağı fakat şu anda kimsenin bilmediği bir roman dosyası var, bir arkadaşımın. Okumak konusunda yavaşlamış da olsam devam ettiği kesin.
Kendinizi tanıtabilir misiniz? Demet Eker kimdir?
Denizli’nin Sarayköy ilçesinde doğdum. Rahmetli babam demirci ustasıydı, annem ev hanımı. Liseyi Sarayköy’de bitirdikten sonra Hacettepe Üniversitesine gittim. 1999’da edebiyat öğretmeni olarak görev yapmaya başladım. Öğretmenlik yapmaya devam ediyorum. Babamın ve babaannemin kitaba ve okumaya verdikleri değer, okumanın benim için büyük bir tutkuya dönüşmesini sağladı; hatta kitaplarla aramdaki bağ, ileri derecede miyop olmama sebebiyet verecek kadar kuvvetliydi. Edebiyat hayatımda hep olmalı, diye düşünürdüm lisedeyken. Sanırım bunu başardım. Kenarda, köşede yazardım. Şiir ve deneme türündeydi bu yazılar. Klişe gibi geliyor ama böyleydi. İnsan önce kendi için yazıyor sanırım. Sonrasında yazdıklarınızı paylaşmak, savunmasız kalma korkusunu da beraberinde getiriyor. Kısacası korkularım, heyecanlarım, çocuklarım, öğrencilerim, hayallerim ve kitaplarımla var olmaya çabalayan bir insanım. Dünyaya gelişimi anlamlandırma çabası içindeyim. Peki dünyanın umurunda mı, pek sanmıyorum. Olsun. Arkama baktığımda keşke dediklerimi de kabullendiğim ve anlayışla karşıladığım bir yaştayım. Bu arada Toprak’ın ve Su’yun da annesiyim.
Bana yer verdiğiniz için teşekkür ediyorum.
Ben teşekkür ederim.
edebiyathaber.net (9 Mayıs 2023)