İlk kitabı Anlatmak söyleşilerimizin konuğu Dipnot Yayınları’ndan çıkan “Unutulmuş Ataların Gölgesi” adlı kitabıyla Erdem Özgül.
“Diğer yandan gölgeler güç verir insana, el alırsınız gölgenin sahibinden. Bir ustanın gölgesinde yetiştim, der pek kıymetli zanaatkârlarımız değil mi? Gölgeler bize çok şey anlatırlar velhasıl. Nitekim ben de gölgelerden birinin, Hagop Mıntzuri’nin yazısında geçirdim çıraklığımı.”
Unutulmuş Ataların Gölgesi, ilk öykü kitabınız… Siz uzun yıllar edebiyatla hemhal olan hem de onca denemelerinizle, kitap değerlendirmelerinizle, öykülerinizle üreterek edebiyata emek veren birisisiniz. Kitapsız olmaya dayanamadınız mı?
Bir süre sonra kitap mecburiyet halini alıyor, yazı yazan kişi de bir nevi gemici hani, kendine bir liman bulmak zorunda, sevgililer çekici kimseler oluyorlar. Onlara mutlaka uğramak isteriz. Aksi takdirde eleştiri alamayacak, yön tayin edemeyeceğiz zaten. Bizi yazmaya ikna eden, yazımızı ileri taşıyan aldığımız tepkiler oluyor çoğu zaman. Üstelik benim öykü ve romanlarımı yak desem de bana rağmen saklayacak bir Max Brood’um yoktu. Yayınlamasam dergilerdekiler de yok olup gidecekti. Ne küçük burjuvayım ne beyaz Türküm ne de yayıncılarla iyi ilişkiler geliştirme peşindeyim… Daha fazla sussam kalkıp da konuş be adam diyecek bir Allah’ın kulu olmazdı. Olur muydu yoksa? 🙂 Yayınlanan dosyam taa 2012 yılında hazırdı.
Edebiyatın sizin için bir yaşam biçimi olduğunu hatırlatarak soruyorum. Kitabınız yayınlanınca neler hissettiniz? Öykülerinizin, yazılarınızın dergide yayınlanmasıyla kitabınızın yayınlanmasıyla arasındaki fark nelerdi?
Fark şu oldu. Okunduğumu anladım. Doğduğum dört dağ içindeki memleketimden de, geldiğim emekçi mahallesinden de gençler beni okuyormuş (içimizden biri diyerek, sevinerek) akademiden de yazdıklarımı takip edenler varmış, ne bileyim ben hapishanelerden de, sendikalardan da… Öyle ya da böyle edebiyata meyli olan pek çok insan tarafından biliniyor, takip ediliyormuşum. Bunu öğrendim, ve bütün bu insanların farklı katmanlardan gelmesi beni ayrıca mutlu etti.
Ben de Unutulmuş Ataların Gölgesi’nde yaşayan birisiyim. Bu coğrafyada kimler bu gölgenin altında yaşamıyor ki? Besbelli ki bu kitap da o gölgenin altında yazılmış. Unutulmuş Ataların Gölgesi unutulmamış ve unutulmayacak hikâyelerden oluşmuş. Unutmaya dair bir kaygınız var mı? Edebiyat bunu sağlar mı?
Evet, aynı gölge sizin de üzerinizde değil mi? 100 kaç yıl oldu Ermeniler, Süryaniler bu topraklarda yaşamıyorlar. Ama hala Emlakçılar Ermeni, Süryani kilisesi, arsası, tarlası satıyor, meraklısına Ermeni gömüsü bulabilecekleri yerleri para karşılığı göstereceklerine dair ilanlar koyuyorlar web sayfalarına. Memleketin önde gelen aileleri kilise sahibi ama Müslümanlar. Sahi bu şahıslar vakıf malına nasıl sahip olabiliyor? Bütün bunlar böyle iken böyle, ben aslında kayıtsızlığın içinde yaşayamadığım için gölgelerle uğraşıyorum.
Böylesi durumlarda gölgeler sizi serin tutar, ferahlatır. Kavganın yanı sıra bir de anlama gereksinimi duyarsınız, o sükûnet bu ihtiyacınızı da karşılayabilir. Tanpınar’ın Huzur’una tepkiden doğdu belki de benim öykülerim. Huzur’u okudum ve müthiş tepki duydum. Rum erenlerinin yüzü bir görünüyor, pir kayboluyordu romanda. Ama Rumeli’nde “Bu nasıl olur?” diye takıntıyla sorduğumu hiç unutmuyorum. Diğer yandan gölgeler güç verir insana, el alırsınız gölgenin sahibinden. Bir ustanın gölgesinde yetiştim, der pek kıymetli zanaatkârlarımız değil mi? Gölgeler bize çok şey anlatırlar velhasıl. Nitekim ben de gölgelerden birinin, Hagop Mıntzuri’nin yazısında geçirdim çıraklığımı.
Öykülerinizde insana dokunan ve onu diken üstüne oturtan metinler, kadim halkların Asurilerin, Ezidilerin, Kürtlerin, Türklerin, Ermenilerin kanadığı yerdeki kadim hikâyeler var. Kırımların, kıyımların çok geniş coğrafyaya; doğadan betonlaşmış kentlerdeki izleri, gölgeleri… Bu hikâyeleri, edebiyata yani öykülere dâhil etmenin zorluğu sizce nedir?
Çok fazla zorluğu var. Bir kez yayıncı bulamazsınız. Resmi ideolojinin dışına itilen insanları anlatıyorsunuz değil mi? Hainsiniz en iyi ihtimalle. Dergiler sizi binbir zorlukla yayınlar, yayıncılar şimdi zamanı değil der yayınlamazlar. Yazar tanıdıklarınız öyküyü, ortamı bilmediği için yazdıklarınızın çeviri olduğunu söyler. Birçok kitap yayınladığı halde hiç var olamayan, silinip giden yazarlar tanıyorum işleri güçleri benim öykülerimdeki kişileri Hasan Hüseyin yahut Süleyman yapmaktı. Garabet yahut Zerdeşt anlaşılmaz derecede ağır geliyordu onlara. Evet, benim öykülerini yazdığım insanlar Anadolu’da bugün yoklar ama hem de nasıl varlar. Gölgeleriyle. Bunu haliyle çok az insan anlayabiliyor. Tanpınar’a geri dönersek Rum erenlerinin bir belirip kaybolan suretlerine baktım belki de ben.
Zanzibarlı yazar Abdulrazak Gurnah’ın 2021 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alması nedeniyle sizin k24kitap.org’da Cennet adlı romanına ilişkin değerlendirmenizden yola çıkarak metinlerarası sorumu soracağım. Gurnah romanın, siz öykünün içinde yürüyerek karşılaştığınız birçok sorunu aşıyorsunuz. Anlatıcı, öyküdeki diğer karakterleri içselleştirerek çoğu yerde okura mektup yazar gibi bir tavır takınıyor. Bu anlatım biçimini öykülerinin içeriğini daha güçlendirmek için mi seçtiniz? Yoksa başka bir niyetiniz mi vardı?
Gurnah’ı yazar olarak da insan olarak da sevip saydığımı söylemeliyim. Eve,t sempatik bir yazar. Ödülden gelen tüm parayı biliyorsunuz göçmen derneklerine bağışladı. Aman ne büyüklük demeyeceğinizi biliyorum. Yine de Türkiye’deki parlamento seçimlerini görüyoruz işte, sözünü tüketmiş seksenini geçmiş adamlar mesleklerini bırakıp mebus adayı olmaya soyunuyorlar. Gözü tokluk bundan dolayı da övülesi. Gurnah Afrika romanına İngiliz diliyle çok şey katıyor. Dilde ve edebiyatta tıpkı hayattaki gibi, saldırganla savunma savaşı veren bir arada. Ben karşı koyuştan yanayım. Savaşı kaybedip de ağlamaktan değil. Gel buradayım, öyküme sahip çıkıyorum demekten yanayım… Erdem Özgül’e dair bir şey demek istemiyorum. Pek çok yazardan, pek çok hayattan doğuyor benim de yazdıklarım. 1990’larda İstanbul’da yayınlanmış iki kitabı öne sürebilirim. Biri Sel yayınlarının bastığı Anrei Platanov’un Can adlı novellasıydı. Diğeri de İletişim’in bastığı W. G. Sebald’in Göçmenler’i, bu iki kitap ve bu iki yazarın sonrasında peyderpey yayınlanan yapıtları bana çok şey anlattı. Karmaşadan doğdum, yazıda da yaşamda da… Karmaşık yazdım bir anlamda da. Cennetim de cehennemim de burası benim, kaos.
Diyelim ki, Unutulmuş Ataların Gölgesi’ni bir başka yazar yazmış da siz de değerlendiriyorsunuz. Kitabınızı ve on üç öykünüzü kısaca değerlendirir misiniz?
Bu çok güzel ama çok da zor bir soru Adnan Bey. Umarım beni kınamazsınız ama sanırım cevap veremeyeceğim sorunuza. Ben bir mesele üzerine düşünmüşsem eğer uzun uzun konuşabilirim de bir ön hazırlığım yoksa tıkanıyorum. Ne diyebilirim ki. Okumayı çok sevdim. Neden Homeros’u konuşmuyoruz ki, yahut Angelopulos’un sinemasını. Bu iki ozan arasındaki süreklilik bizleri de bir nebze izah ediyordur zaten.
Yeni kitap dosyanız var mı?
İki kısa roman var, öykü ve denemeler var. Umarım yayınlatabilirim.
Siz uzun süredir Avusturya’da yaşıyorsunuz. Oraları ve Avrupa’yı çok iyi biliyorum. O kadar kolay yerler değil. Sormak istediğim şey başka. Siz oradaki edebiyat ortamıyla ilişki kurdunuz mu? Şu anda orada ve Avrupa’daki edebiyatı takip ediyor musunuz? Şiir, öykü ve roman anlayışları nasıl? Türkiye’yle kıyaslama yapabilir misiniz?
Türkiye’ye dair bir şey diyemem sanırım. Çok kan akar sonra. Barış içinde bir arada yaşamaktan yana oysa herkes. Buraları evet kısmen takip ediyorum. Avusturya edebiyatından Erik Hackl var kimi romanlarını defalarca okuduğum. Almanya’dan kadınlar var. Monika Maron, Judith Herman, Jenny Erpenbeck… Maron biliyorsunuz faşist mitinglerde nutuklar atıyor bu son senelerde. Ama yazı masasına oturduğunda da ilginç şeyler yazıyor. İsviçre’de ilgimi çeken yazarlar var. Norveç’ten Türkçeye de çevrilen yazarlar var. Bunları hep okuyorum. Avusturya’da edebiyat yıllıklarını takip ederim. Viyanalı yazarlar okunmayı seviyorlar. Barlarda geceleri yakalar ve öykülerini sıkıştırırlar ceplerimize. Bir bakın diye… Onun dışında ben görmeyi çok severim. Akıp giden hayatı okumayı. Sular, gemiler, trenler, göçmenler, göçmenlerin birbirini dışlama eğilimleri, ölü ağaçlardan yontulmuş kitaplar kadar hayatın kıyısına kenarına itilmiş canlı insanlar da ilgimi çekiyorlar.
Bu soruların ve yanıtların ışığında kendinizi nasıl tanıtırsınız?
Kendimi tanıtmak mı? Şu mübarek Ramazan gününde hepimizi sudaki yüzümüzden (Narkisos’tan) Allah korusun. Doğrusu ne denir bilemiyorum. Ben hep anonim biri olmak isterdim. Elena Ferrante’ye özenmemek mümkün mü? İçimizden biri ama aynı zamanda hiç bilmediğimiz biri. Kitapları her yerde.. Okuyanlar sokak kitaplıklarına bırakıyor, kitapçı dükkânlarında Ferrante’nin yeri ayrı… Barış Bıçakçı da nihayetinde bizimle saklambaç oynuyor değil mi? Kendimden çok bahsettim sanırım.
Çok teşekkür ederim Adnan Bey, bana sizinle söyleşme fırsatı verdiniz. Zevk aldım doğrusu.
Asıl ben teşekkür ederim, ben de çok keyif aldım. Sözcüklerin şen olsun.
edebiyathaber.net (18 Nisan 2023)