İlk Kitabı Anlatmak söyleşilerimizin bu haftaki konuğu İletişim Yayınları’ndan çıkan “Rüyaların Öldüğü Ada” adlı kitabıyla Konca Altan
“Yazmak kendimi iyi hissettiğim, zamanın nasıl geçtiğini anlamadığım, hayatın beni zorladığında kaçıp sığındığım korunaklı bir alan. Yazarken hesap kitap yapmıyorum, akışa izin veriyorum. Sonra elbette bir hesap safhası oluyor ama o an zihnim daha farklı çalışıyor.”
Rüyaların Öldüğü Ada, bir anı-roman kitabı. İlginç, ilginç olduğu kadar çok değerli bir hikâyesi var. Hikâyesini konuşacağız ama öncelikle, bu kitabı yazma serüvenini anlatabilir misiniz? İlk kitap zordur, ilk roman daha zor. Böyle bir romanı sizi yazmaya iten neden ne? Nasıl yazdınız? Yazarken neler düşündünüz?
Adada yaşamaya başladığımda, İmroz’un bir sırrı olduğunu anlamıştım. Herkesin bildiği ama kimsenin yüksek sesle konuşmaya cesaret edemediği bir geçmişi vardı. Hani bir ailede hep saklanan, gelecek kuşaklara anlatılmayan sır vardır. Konuşulmasa da unutulmaz çünkü evde izleri kalmıştır. Ailenin terk ettiği, kovduğu bir bireyi gibi hafızada saklı kalır, bir gün bir eşya sandıktan çıkar onu yeniden hatırlatır. İşte Maria bana anılarını anlatmaya başladığında niyetim, bu muhteşem anıları kayıt altına alarak daha çok insanla paylaşmaktı.
Anı Roman şeklinde yazmaya karar vermem ise, İmroz gerçeklerini anlatırken okuyucunun hayal gücünde canlandırmak istememdi. Edebiyat dışı kitaplarda gerçekler, bu acı dünyada sıradanlaşıyor, oysa bir insanın başına gelen kötülük bile, kıymetli olmalı, onu yalnızlığından kurtarmak isteyen diğerleri olduğunu bilmeli.
Şimdi düşünüyorum da, o dönem Maria 85 yaşındaydı. O yaşta olduğumuzu düşündüm, zaman sizin için ne kadar değerlidir? Bütün yaşadıklarınızı anlamlı kılacak şey nedir? “Anlatmak” işte ben roman kahramanımın en kıymetli hediyesini aldım. Ölüm korkusuyla gelen anlatmak, hayatı değerli kılma isteğiydi. Ölümsüzlüğü istemek, yok olma kaygısıyla baş etmek.
Zaman çok kıymetliydi, oyalanmadım, çalıştım anlar bile değerliydi. Her şey hafızamdan yok olup gidebilirdi. Maria’nın yaş grubu artık yaşamıyor. Şimdi geriye dönüp baktığımda, iyi ki not aldım, iyi ki yazdım diye düşünüyorum.
Romanınızın önsözünde İmroz’a yerleşme ve romanın başkarakteri Maria’yla nasıl tanıştığınızı anlatıyorsunuz? Ben hem İmroz’a yerleşme isteğinizde hem de Maria’yla tanıştığınızda yaşadığınız duygularınızı, düşüncelerinizi öğrenebilir miyim?
Maria, bütün ailesi, arkadaşları, akrabaları çok uzaklarda yalnız ve yaşlı bir kadındı. Tek başına yaşadığı için kimseye güvenmiyor olması, çevreden sert olduğu şeklinde algılanıyordu. Karşılıklı evlerde otururken, aylarca bizi pencerenin arkasından takip etti. Tülün arkasında, orada olduğunu görüyordum. Bir bahar sabahı, beni evine kahve içmeye davet ettiğinde yine uzun süre konuşmadı, saçlarıma dokunmak istedi, gözleri doldu. O an aramızda başlayan güven ilişkisi, yıllar içinde dostluğa dönüştü. Bana yemek yapmayı öğretti, eski tariflerini yazdığı defterini depodan benim için çıkarttı. Birlikte kurabiye, yaprak sarma, tarator yaparken hep anlatıyordu. Birlikte eski dostlarının evlerine ziyarete gittik, onlar da anlattılar. Yazın ailesi, akrabaları, arkadaşları gelince evi şenlik yerine döndü, Konuklar geldikçe Maria bana sesleniyor, “Gel bre Koncemu, bak sana anlattığım Eleni geldi. Tanı onu, çok seveceksin,” diyordu. Maria’nın konukları sıkıca sarılıp iki yanağımdan öpüyor, geçmişte yaşadıklarını çekinmeden paylaşıyordu. Gerçek bir mucize oluyordu. Onlar anlattıkça ben not alıyor, bazen eve koşup unutmadan tarihleri, yerleri kaydedip geri dönüyordum.
O bana sırlarını verdiğinde, bilgisayarımın başına oturup yalnız kaldığımda ekrana dökülen kelimeler sizinle bu gün bir arada olmamızı sağladı. Onunla yeterince birbirimizi tanımadan önce korktuğumuz şey anlattıklarımıza milliyetçi ruhla tepki vermemiz olacaktı. Orada iletişim kesilecek bu kitap doğmayacaktı.
Yazamaya başladığımda ise, Maria ile sohbet ederken ve artık boşlukları doldurmak için, ben ona sormaya başladığım da sıkıldığı da oldu. Bir gün bana kendi evinden sesleniyordu, “Koncemu bak sana ne anlatacağım.” Sürprizleri sevdiğimi anlamıştı. Kelimelerin arasında yaşayan Maria ile gerçek ses birbirine karıştığında “İşte oldu” dedim. Oluşan resim anlam bulmuş, gülümsüyordu. Bu okuyucuya geçti. Renkler birbirine karışırken katılan yeni insanlar çerçeveyi tamamladı. Resim bittiğinde acı ve neşe resmedilmiş oldu.
Rüyaların Öldüğü Ada’nın hikâyesine baktığımızda zor ve cesaret işi bir içerik. Bu hikâyenin nasıl okunmasını istersiniz?
Maria’nın anılarını önce kendim ve onun için yazdım. Ama sonra yayınlatma kararı vermek cesaret işiydi. Korkmadım bilgisayarımdan çıkmalı yolunu bulmalıydı. Çünkü Maria’nın korkusunu anlamak onun sesi olmak daha değerliydi. Yazmak bana göre söylenemeyeni söylemektir. Onlar için yazdıkça Rumların da artık daha rahat konuştuklarını gördüm. Artık tüm Türkiye’ye anılarını paylaşacak kadar cesurlar, anılarını yazıyorlar. Bu asıl Türk toplumu için de değerli oldu, yanlışlar yokmuş gibi davranarak hiçbir toplum ilerleyemez.
Asıl konuşulmaktan kaçınılan, 60’lı yıllardaki İmroz’daki hayatın siyasi nedenlerle yok ediliş süreci ise, daha önce hiçbir zaman tam olarak anlatılmamış. Rum kültürünün, güzelliklerinin yok edilişini, Maria’nın gerçek hikâyesinden kesitlerle yıl yıl aktarırken, tabi ben de önce öfkeli sorulara hazırlandım ama adada kalan yaşlı 200 Rum tehlike olmaktan çıkmıştı. Adalılar, aslında bütün olanları biliyor ama susuyorlardı. Gözlerimin içine bakmaktan korktular. Gerçek; çok kuvvetli cesaretle arkasında durursanız size kalkan olur, doğru insanlarla buluşturan inanılmaz bir güç olur.
Ulusal basındaki röportajların altında klasik “Batı Trakya Türklerinin yaşadıklarını neden yazmıyorsun” türü söylemler oldu. Ama ben yazdıklarımın her kelimesinin gerçek olduğunu bildiğimden etkilenmedim. Ayrıca bu acıları yarıştırma kültürünü anlamıyorum. Maria gibi güzel kalpli bir insanın acısını anladığında, Batı Trakyalı bir Türk’e ihanet etmiş olmuyorsun. Maria hiçbir kadının acı çekmesini asla istemezdi. Yaşanan kötülükten masum halklar sorumlu değil, önce bunu anlamız gerekiyor.
Türkiye, yeni kurduğu Cumhuriyette Rumları, Ermenileri, Yahudileri hiç hatırlamak istemiyor. Yeni kuşaklarına bir zamanlar onların aramızda yaşadığını anlatmıyor. Niyetim, “Biz kocaman çok milletli bir aileydik, dağıldık. Ama şimdi dost olabiliriz. Geçmiş iyi anıları, yemek kokularını, birlikte verilen ortak mücadeleyi hatırlayıp, yeniden dost komşular olabiliriz” diyebilmek, geçmişi anlatarak geleceğe faydalı olmak istedim.
Romanınız yayınladıktan sonra size geri dönüşler nasıl oldu? Bu geri dönüşlerin sizde etki yarattı mı?
Roman toplumun içine konmuş turnusol kâğıdı gibi, bana iyi kalpli insanlarla tanışma fırsatı yarattı. Okuduktan sonra düşündüklerini yazanlar, çok duygulandırdı. Genellikle hüzünlü, mailler aldım. Adada okuyucularla buluşmamızda ise gözlerimizde yaşlarla birbirimize sarıldığımızda, bütün emeğimin karşılığını almış oldum.
Ayrıca, bir kadın okuyucunun mailinden bahsetmek istiyorum. Şöyle yazmıştı, “Biz İmroz adasından bir Rum evi alma niyetiyle gelmiştik. Ama adada kitabınızı okuyunca vazgeçtim. Maria’nın anılarının üstünde tepinmek istemiyorum. Onun kullandığı eşyalar hiç bozulmadan kalsın istiyorum” yazmıştı. İşte dedim, birbirimizi anlamaya başlayınca hayat nasıl da farklılaşıyor. Eski kötü günlerin geride kaldığı, sadece insan olduğumuz için birbirimizi sevdiğimiz, kolladığımız gelecek güzel günler hepimizin hakkıdır diye düşünüyorum.
Bir de hepinizin tanıdığı Herkül Milas’ın mailinden bahsetmek istiyorum. Şöyle yazmıştı: “Geçenlerde Rüyaların Öldüğü Ada’yı bir dostum göndermişti ve ben ve eşim, her ikimiz de okuduk. Çok sevdik, beğendik. Her ikimiz de Rum olduğumuzdan buna benzer olayları az çok biliyoruz. Ancak bu konularda okuduklarımızın çoğunda empati yeteneğini genellikle eksik bulurum. Bu kez olaylara yaklaşımınız, yalnız tarafsız, dürüst ve cesur değildi, aynı zamanda anlayış, anlama ve empati de taşıyordu. Hem duygulandık. İnsan yıllar geçtikten sonra tabii ki ‘hakkını’ aramaz, arayamaz. Arasa gülünç bile olabilir, ama yaşananların kabul edilmesi, her nasılsa, her nedense, yaraya merhem gibi geliyor. Bu yüzden size bir teşekkür de borçluyuz.”
Romanınızı yayınlatma deneyimi üzerinde yaşadığınız zorluk neydi? Yaşadığınız süreçten sonra kitabı elinize aldığınızda ne hissettiniz? Maria ne hissetti?
Romanı yayınlayan İletişim Yayınları ve Tanıl Bora ilk andan itibaren yanımda oldular. Bu nedenle zorluk yaşamadım. Sonra kitap üçüncü baskıyı yaptı, kendi yolunu buldu. Bu günlerde Almancaya çevrildi, Almanya’da bir yayın evi tarafından baskıya hazırlanıyor. Şubat 2023’te Hamburg Üniversitesinde gerçekleştirdiğimiz etkinlik ise benim için çok kıymetli. Kitaba gösterilen değer dolaysıyla, katkısı olan herkese minnettarım.
Maria kitap basıldığında adadaydı. Ama artık uzun süre yataktan kalkamıyordu, kitabı yanı başındaki komodinin üstüne koydu. Gelen konuklarının eline verip, kısa süre sonra geri istiyordu. Kıymet verdiği bir konuk gelmişse, onun için imzalamamı rica ederken, beni seyrediyordu, gururlanmıştı, mutluydu. O yıldan sonra bir daha İmroz’a dönemedi. Atina’da oğlu ile birlikte yaşıyor.
Maria’yla konuşmanıza dair bir röportajınızda “Fark ettim ki beni kırmaktan korkuyor, olduğu gibi anlatması için onu ikna ettim, siyasi bir bagajım olmadığını, gerçeklerin bir milleti koruyarak anlatıldığında yalan olduğunu bildiğimi anlattım.” diyorsunuz. Siyasetçilerin iktidarları için halkların yazgılarını değiştirmesi ve yarattığı korkuyu anlatmak sizde nasıl etki yarattı?
Biz Maria ile artık bir aile gibi sohbet etmeye başladığımızda, siyasetçilerin söylemlerden ne kadar uzakta olduğumuzu biliyorduk. Onlarla dalga geçmeye başladığımızda çok da eğleniyorduk. Maria, hem Yunan hem Türk haber kanallarını takip ediyordu. Kanaları hızla değiştirirken, ne kadar gerçekten uzak, manipülasyona yönelik olduklarını daha iyi anlıyorsun. Bir gün, Türk haber kanalında “Kıbrıs’ta çözüme çok yaklaşıldığı haberi okunuyordu. “Bak Maria sonunda barış geldi” dedim, seviyordum ona takılmayı. “O papapaaa inandın mı bire Koncemu” dedi. “Ben göremem Kıbrıs’a barış gelecek ama düşünüyorum ki sen de göremeyeceksin” demişti. Haklı çıktı, iki ülke siyasetçilerinin en kullanışlı gördüğü konuların başında Türk Yunan düşmanlığını kazımak geliyor. İster sağ ister sol olsun koltuğa oturunca bundan faydalanmayan yok.
Kitapta da sıklıkla anlatılan, İmroz’un tarihinde en önemli faktör Kıbrıs meselesi, 60lı yıllarda yeniden kışkırtılan milliyetçilik. Kıbrıs adasında çıkan çatışmalar, anlaşmazlıklar, Trakya Türkleri ve İmroz adası Rumları ve tabii İstanbul Rumları üzerindeki baskıyı arttırarak, çatışmalı bir döneme giriliyor. İstanbul’da 6 /7 Eylül olayları 1955 ile başlayan 1974 Kıbrıs çıkartmasına uzanan süreçte İmrozluların “Eritme” Türkiye’nin Türkleştirme politikaları dedikleri yeni kanunlarla, İmroz yerel halkı istimlakler ve kapanan okulları, güvenlik gerekçeleri ile adayı terk etmek zorunda kalıyor. İşte yıl yıl akış içinde İmrozlular bütün bu gelişmeler yaşanırken, neler konuştu, neler hissetti, Maria’dan öğrenmiştim. Yeni gelişmelere ne tepki verdiğini de görme fırsatım oldu. Ama artık birlikteydik, bu yeni durum ikimizi de değiştirdi.
Rüyaların Öldüğü Ada’ya, bir masal gibi başlıyorsunuz. Anıları roman gibi bir edebi metne dönüştürmek zordur. Üstelik ilk romanınız. Romanınızı temel alarak yazarlıkla ilgili düşüncelerinizi öğrenebilir miyim?
Yazmak kendimi iyi hissettiğim, zamanın nasıl geçtiğini anlamadığım, hayatın beni zorladığında kaçıp sığındığım korunaklı bir alan. Yazarken hesap kitap yapmıyorum, akışa izin veriyorum. Sonra elbette bir hesap safhası oluyor ama o an zihnim daha farklı çalışıyor. Bana sıklıkla sorulan sorulardan biri de mühendis olmamla ilgili, “işte bütün bu tasarıyı yaparken, matematik işe yarıyor” diye cevap veriyorum. Ama elbette faklı yönleri de var. Romanın son sayfalarını yazarken, Maria bana kocasının çalışma odasını açtığında, o gün, o odada yazdıklarımı hiç planlamamıştım. İlahi güç ya da yazarların sıklıkla kullandığı ilham melekleri, benimle o odada kalmaya başladığında, kaç saat masada kaldığımı bilmeden çalıştım. Ertesi gün okuduğumda ağladım, çok farklıydı, böylesine yazmayı hiç düşünmemiştim ama işte bilgisayarımdan bana bakıyordu. Bazı okuyucular o sayfalardan çok etkilendiklerini söyledi. Düşünüyorum da onlar o anı fark ediyorlar. Bu işte yetenek değil daha olağan üstü bir yanı var.
Romanı yazarken ayrıca şanslıydım. Hem yaşadığım o an, hem bilinç dışı süreçler arasında dengede bir yerde zamanı durdurup, zihnimde geçmişe gittiğimde, o anda yaşıyormuş duygumu geliştirecek çok materyal vardı.
Günde kaç saat ve ne tür kitaplar okuyorsunuz? Okumaya inancınız nasıl?
Yazmaya başladığım yıldan beri genellikle çalıştığım konu üzerine araştırma, deneme kitapları okuyorum. Ama tabi ki romanları çok seviyorum, özellikle kendi tarzımda tarihin içinde akan, gerçek romanları daha çok okuyorum. Kafamın içindeki yapbozu tamamlayacak her türlü yazı, bilgi, makale, kitap her ne ise okuyorum. Bazı günler saatlerce okuyorum, uzun yürüyüşleri de seviyorum, ona da mutlaka vakit ayırıyorum. Yürürken aklımdan geçip gittiğini sandığım hızla akan düşünceler, yazarken kâğıda dökülüyor, bunu keşfetmek çok işime yaradı.
Yazmaya devam ediyor musunuz? Yayınlatmak için hazırladığınız dosyalar var mı?
Yazmaya devam ediyorum. İlk kitabımdan sonra edindiğim Ermeni dostlarım, “bizi de aynı duygudaşlığı kurarak yazan birisi olsa” dediler, bu istek kalbime kazındı. Uzun okumalar sonunda, Ermeni Halkının aramızdan ayrılma konusunda yazılanların, genelde Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında yaşanan soykırıma yoğunlaştığını, bu anlatının tarihi yeterince bilmeyen halklar tarafından, bir o yana bir bu yana çekiştirilirken, eksik anlatıldığı kanısına vardım. Asıl meselenin anlaşılabilmesi için 1870 yılından başlanması gerektiğine ve 1890’larda yaşanan “Ermeni Pogromunun” edebiyatta yeterince konu edilmeyişinin, “1908 devrimin” iki halkın birlikte yaptığının unutulmasının, halklar için büyük kayıp olduğu sonucuna vardım. O yıllar arasında geçen, yine gerçek karakterle, siyasi olay örgüsü içinde bir roman yazdım. İlk kitabım gibi yolu açık olursa her iki halka da katkısı olacağını umuyorum. Henüz bitirdiğim için nasıl bir yol alacağını kestirmek zor.
Bu sorular ve yanıtların ışığında Konca Altan, kimdir, kendinizi nasıl anlatırsınız?
Kısaca kendimden bahsedersem, şöyle başlamak istiyorum. Kitap yayımlandıktan sonra dost olduğum İstanbullu bir Ermeni, bana şöyle sordu, “Sen nasıl bir toprakta yeşerdin? Nasıl bir azınlığın yaşadıklarını böyle güzel hissedebiliyorsun? Seni muhteşem bir kadın yetiştirmiş olmalı” dedi. Adımdan da ilham alarak bir çiçekten bahsediyordu. Çok etkilendim. Evet, çok sevgi dolu bir annem vardı.
Yazdıklarımda, Ermenilerle, Rumlarla aynı mahallede yaşamış annemin, halklardan sevgiyle bahsetmesinin büyük payı var. Güzel bir ruh aynı güzellikte insanlar yetiştirebiliyor. Ama aynı zamanda çok da korumacı bir anneydi, öğretmendi. Bana kitapları sevmeyi öğretirken, odamda onlarla mutlu olmam işine geliyordu. Ankara’da hele de akşam saatlerine asla güvenmiyordu. Küçük bir çocukken, büyüdüğümde okumam için biriktirdiği siyasi kitapları, 80 darbesinde banyo sobasında yakmak zorunda kaldığını anlatır, meraklandırır bir film seyrediyormuşum gibi heyecan içinde bırakırdı. Daha o yaşlarda öğrendim ki kitaplar çok değerli. Aynı zamanda devletleri korkutacak da kadar kuvvetli. Okuma öğrenmeyi heyecanla beklediğim andan beri okuyorum.
Türkiye’nin eğitim sistemi içinde, Ankara’da Atatürk Anadolu Lisesi’nden mezun olduktan sonra, “Gıda Mühendisliği” okudum. İş hayatında çalışmayı da seviyordum. Ama sonunda yolum yazmakla birleşti. Hrant Dink’in dediği gibi “su çatlağını buldu” diyebiliriz. Bana değerli derginizde yer verdiğiniz için çok teşekkür ediyorum.
Ben teşekkür ederim.
edebiyathaber.net (23 Mayıs 2023)